Şafak Sancısı. Cengiz Aytmatov

Читать онлайн.
Название Şafak Sancısı
Автор произведения Cengiz Aytmatov
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6494-30-5



Скачать книгу

yoktur. Ama prensip prensiptir. Bu alışkanlığımın zararını da gördüm. Bir ara Amerika’ya bir sonraki gün öğle uçağına bineceğim kesinleştiği anda saçlarımı kestirmem gerektiğini hatırladım. Ne yazık ki gece olmuş, kuaförler kapanmıştı. Ertesi gün öğlene kadar müsait olmama rağmen çocukluğumdan alışkanlık edindiğim âdete aykırı davranamadım. Öylece yola çıktım.

      Kısacası, babamı anayurdumun ve hiçbir zaman irtibatımı kesemeyeceğim doğduğum toprağın bir nevi kökü olarak görüyorum.

      1992 yılında hemşehrilerimizin yoğun istekleri üzerine, Otırar’da eserlerimi konu alan özel bir program düzenlendi. Temmuzun sonu. Hava o kadar sıcaktı ki, neredeyse cehennem ateşi dersin. Merkezden 30 km. uzakta, ilçe sınırı sayılan ıssız bir yerde hemşehrilerim beni büyük bir coşkuyla karşıladılar. Babamı tanıyan ihtiyarlar, beyaz örtülü nineler beni sırayla kucaklıyorlar, hiç bırakmıyorlardı. Yerli ozanlar, şairler şiirlerini, jırlarını armağan ederken, bir taraftan da müzik çalınıyor oyunlar oynanıyordu. Orada beyaz ipeğe sarılıp altın iplikle süslenen Otırar toprağından yapılan sembolik kolyeyi boynuma takarken üç nine hep beraber; “Yavrum, nerede olursan ol, ata yurdunun toprağı sana güç kuvvet versin” diye dua ettiler.

      Bulunduğum her yerde, kendi halkımdan olsun, dış ülkelerden olsun, birçok hediye aldım. Şunu itiraf etmeliyim ki o gün bu gündür bana sunulan hediyelerin hiç birisi ata yurdun toprağını içeren armağan kadar beni heyecanlandırmamıştır.

      Aytmatov: Laf lafı açıyor. Eskiden dedelerimiz memleketten uzağa taşınacak olurlarsa, âdet gereği beline ata yurdunun bir avuç toprağını bağlarmış. Gençleri savaşa uğurlarken hanımı veya nişanlısı tandır ekmeğinin kenarından ısırıp ona yedirir, gerisini hep saklarmış. Niyeti: “Ata yurdun ekmeği çeksin de sağ salim dönsün”.

      Şahanov: Şike, burada tarihî hafızayla alakalı beni utandıran bir olayı anlatayım. Benim Sergey Tereşenko adında bir hemşehrim var. Kendisi Rus, fakat Kazakça özlü sözlerle konuşmaya başladığında bazı Kazakları bile geride bırakır. O, birkaç yıl Komsomolda, Çimkent vilayeti parti komitesinde başkan olmuştu. Sonradan Kırgızistan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunun Başkanlığını da yaptı.

      Sergey’in babası Tülkibas ilçesinin büyük bir sovhozunda uzun yıllar idarecilik yapmış, “Sosyalist Emek Kahramanı” ödülünü [Sovyetler Birliğinde özellikle kolhoz ve sovhozda çalışanlara verilen en büyük ödüllerden biri (Ç.N.)] alan itibarlı bir insandı. Tek kelimeyle, baba-oğul ikisi de doğduğu topraklara bağlı kalmış insanlardı.

      Moğol halkının ilk astronotu benim arkadaşım Cügderemidiyin Gurragça’yı da gıyaben iyi tanıyorsunuz. O da sizin hayranınız, çeşitli dillerde yayımlanan eserlerinizi hep topluyor. “Bir daha uzaya çıkarsam mutlaka beraberimde Aytmatov’un eserlerini götüreceğim” demişti bir keresinde.

      Bir gün dostum Gurragça’yı memleketime misafir olarak götürürken Sergey Tereşenko ile karşılaştık. Sergey bana;

      “Dostuna Otırar’ı, onun dedelerinin yerle yeksan eden etraftaki eski şehirlerin enkazını göster. Belki böyle yapman onu değişik düşüncelere sevk eder” deyip şakavari gülümsemişti. Sergey’in bu şakasının altında gönlümü allak bullak edecek bir tılsımın olduğunu o anda anlayamamışım. Otırar toprağına geldik. İlçe idarecileri bizi özel bir hazırlıkla karşıladılar. O günün akşamı yeni açılan Ebu Nasr el-Farabi Kültür Sarayında, Gurragça ikimizle buluşma gecesi programlamıştı. Öğleden sonra sovhozları gezmeye çıkmadan önce, öz kardeşlerim kadar yakın hissettiğim Hancigit Sızdıkov ile Abulkasım Kulımbetov’den bana “Otırar İlçesi Fahri Vatandaşı” unvanını vermeyi kararlaştırdıklarını duydum. Sovyetler Birliği’nin ilk kadın astronotu V. Tereşkova adında Almatı’da tekstil fabrikası var; Gagarin, Titov, Nikolayev adları da Kazakistan’da yüzlerce okula, sokaklara verilmiş. Uzaya çıkan her astronota, konduğu ülkeye göre, Jezkazgan, Arkalık Şehrinin Fahri Vatandaşı unvanını vermek o yıllar gelenek halini almıştı. Kendi kendime düşündüm ki, Gurragça’nın Güney Kazakistan’a, hele Otırar’a ilk gelişi. Ona da böyle bir unvan verilse kimse bir şey demez. Hatta tam tersine siyasî bakımdan halklar arasında dostluğu pekiştirme adına iyi bir adım sayılır.

      Düşüncelerimi kaymakam Muhammedkasım Şarenov’e ilettiğimde o; “Muha, niyetiniz doğru. Ama yine de bu meselede büyüklere akıl danışalım” dedi.

      Baharın ilk günleriydi. Güneş ışınlarından yeterince beslenip nazlana gerinen bozkır yemyeşil bir renge bürünmüştü. Eski Otırar şehrinin kalıntılarını Gurragça ile ikimiz uzun uzun dolaştık. Yer yer toprak yığını halindeki kalıntıların bir zamanlar Ulu İpek Yolu boyundaki 150 bin nüfuslu, önemli bir kültür ve ticaret merkezi olduğunu, mimari yönden de gelişmiş bir şehir olduğunu düşünmek bile zor.

      Evet, bir zamanlar uygarlığın merkez noktası olan Otırar’da, Aristo’dan sonraki ikinci usta (Muallim-i Sani) el-Farabi doğmuş. Devrin ileri gelen tarihçi, felsefeci, matematikçi, astrolog ve tabiplerini dünyaya getiren mukaddes topraktır bu. Hatta ta o zamanlarda bile şehrin su, kanalizasyon sistemi varmış. Tarihi bilmeyenler için anlattıklarımızın masal gibi algılanması normaldir.

      Maalesef, bu büyük medeniyet Cengiz Han askerlerinin atlarının nalları altında kalarak tarih sahnesinden bir anda siliniverdi. Cengiz’in askerleri, hamile kadınların karnındaki çocuğu öldürüp, “Erkek adına kimse kalmasın” diyen gaddar emrin gereğince (kadınların karnından çıkan) çocuğu havaya fırlatarak tekrar ona mızrağın ucunu batırıp öldürmekten zevk alırlarmış. Zalim devrin acımasız sahneleri yerli halkın tarihî hafızasında iyice yer etmiştir. Bu olayların tek şahidi, tüm geçmişi içine atan işte bu enkazlardı.

      Biz ölü şehir ile sessizce irtibata geçerek meydana indiğimizde halk yerlere kilimleri, minderleri sermiş, tam ortaya da sofrayı kurmuş, muhabbete dalmışlardı. Bir yanda semaverler fokur fokur kaynıyordu.

      İşin enteresan boyutuna bakınız.

      Kendi yurdunu, vatanını yerle bir eden, halkını gaddarca ölüme mahkûm eden, sanatın, ilmin, edebiyatın doruk noktasına ulaştığı bir uygarlıktan eser bırakmadan tarih tekerleğini yüzlerce yıl geriye çevirerek zulmün zirvesini yakalayan Cengiz Han’ın neslinden gelen birisiyle, aradan 750 yıl geçtikten sonra samimi bir dostluk kuracağımı, bir zaman onun dedelerinin eliyle yok edilen ölü şehirde sanki hiç birşey olmamışçasına muhabbete devam edeceğimizi daha önce tasavvur edebilir miydik?

      Düşünceli düşünceli ilerlerken yanımıza birkaç atlı yaklaştı. Bunlar Musabek Acibekov, Kutım Ordabayev başta olmak üzere yerli aksakallar idi. Gelenler arasında Adiham Şilterhanov aksakalı da görünce çok sevindim. O, Kazakistan’ın tarihini, şeceresini çok iyi bilen; zaman zaman tarihî konularda yazılar yazan bilge bir ihtiyardı. Hal hatır sorduktan sonra onlar, misafire hissettirmeksizin beni bir kenara çekti ve şöyle dediler:

      – “Muhtarcan, senin idarecilere bir teklifte bulunduğunu duyduk. Moğol astronotu senin misafirin ve değerli arkadaşın olduğu için halkımızın geleneğine göre her türlü izzet ü ikramda bulunacağız. Fakat senin dediğin gibi ona ‘Otırar’ın Fahri Vatandaşı’ unvanını vermek ne kadar doğru olur? Dedeleri bunca zulmü yapmasaydı, güzelim Otırar minareleri ve kubbeleri uzaktan bakanların gözlerini kamaştırarak bugünlere kadar gelmez miydi? Bir tek Otırar değil, Sırderya sahilindeki yerle bir olan 42 şehrin trajedisini de ekle. “Bunda Gurragça’nın suçu ne?” dersin belki. Tabii onun şahsının zerre kadar suçu olmadığını bilmiyor değiliz. Ama yine de Gurragça atalarının zulmünden -belki de kan yakınlığıyla- az bir miktar da olsa mesuldür. Buna tarihî hafızanın hükmü denir. Geçmişe kin beslemek ilkemize aykırıdır.