Tataraş. Elmaz Yunusova

Читать онлайн.
Название Tataraş
Автор произведения Elmaz Yunusova
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6494-68-8



Скачать книгу

soğuğu, sabahların dumanları, bazen gün boyu yağan yağmurlar gerçek sonbahar kokusunu getirdi.

      “Yaz ne kadar da çabuk geçti. Bir ay boyunca oruç tutarken duymamışız bile”, diye düşünüyordu Naciye. Onları Sibirya topraklarına sürgün edip getirdiklerinden beri iki yıl geçti ama bu yerin ne havasına ne de insanlarına hâlâ alışamıyordu.

      “Eh! Sağ kalacağımızı bir bilseydim! Sandığımda beyaz işlemeli masa örtülerim, bezlerim kaldı… Bayram gününe ne kadar yaraşırdı! Ya baş örtülerim! Bayram elbiselerim! Evlatlarımın yeni dikilen giysileri… Hepsi kaldı. Şimdi ise bir sobanın çevresini badana yapmaya çare bulamıyorum.” diye kendi kendine mırıldandı.

      “Naciye, evde misin?” diye seslenerek komşu Hüsniye içeri girdi.

      “Gel, gel, evdeyim. Hoş geldin.”

      “Nasılsın, canım?” diye tabakta siyah un ve ezilmiş patates karışımından yapılmış küçük takos pide ile bir kesek şekeri uzattı.

      “Arefe günün hayırlı olsun! Bu da bayramlık çocuklarına komşu payı olsun, dedim.”

      “Ay! Zahmet etmişsin, Hüsniyeciğim! “ diye komşusuna sarıldı memnun olduğunu göstererek. Şu kıtlık zamanlarında bu ikram da büyük bir nimetti.

      “Ne zahmeti canım, âdettir! Bu gâvurların arasında olsak dahi, âdetlerimizi unutacak değiliz ya! Hani, Kırım’da olmuş olsaydık, bayramımız böyle mi geçmiş olacaktı?! Hatırlarsan, arefe günü çiğbörekler, şeker kıyıklar yapar, koku yayardık. Evlerimizde temizlik ve badana yapardık…”

      “Deme, kardeşim. Baksana şu sobanın haline. Sen eskiden benim evimde böyle kirli, çirkin duvarları hiç görmüş muydun?! Bir avuç kireç bulsam, hiç olmazsa şunun etrafını temizlemiş olurdum.” diye sobanın etrafına işaret etti.

      “Allah, Allah! Ya sen kadınlarla beraber kireç almaya gitmedin mi?”

      “Benim bundan asla haberim yok.”

      “İki gün önce Selime ile Mağube fabrikanın arka tarafında bir öbek kireç görmüşler. Az bir şey almış ve badana yapmışlar. Selime’nin bir avuç kireci kalmış ki, bana getirdi. Bitli Fadime bile gitmiş almış yani!”

      “Öyle ise ben de gidip getireyim fazla uzatmadan. Bu rezillikten kurtulayım bari. Gün çok çabuk geçer. Yarına kadar pek çok işim var.” dedi ve Hüsniye’den ufak çocuğuna yarım saat kadar bakmasını rica etti.

      Naciye koluna eski bir kovayı alıp evinden çıktı. Fabrika onların oturduğu yere pek uzak sayılmazdı. Gene de on dakika kadar yürümek icap etti. O pek maharetli kadındır. Evel ezelden onun evinde pislik, perişanlık göremezsin. On parmağında on marifet, hususen temizlik konusunda pek titiz. Onun evine gelenler “Temizlikten evi buz kokar.” derlerdi. Şimdi ise gidip kireç getirmek ve bayram öncesi isleri temizlemek fırsatı varken, asla kaçırmak istemez. Bu gurur meselesidir! “Olurmu öyle şey! Getirip ahır gibi bir yere bıraktılar. Ne donatacak bir şeyin var, ne de temizlik yapmaya bir fırsat! Haydi, Naciye, sen bulursun çaresini. Kireçten biraz fazla aldın mı, kocan gelene kadar her tarafı pamuk gibi bembeyaz yapmış olursun. Görünce şaşırır vallahi! Eve-e-e-et! Yoksa o beni ne için aldı ki? Temiz pak kadın olduğum için, tabi. Temizlik nasıl oluyormuş görsün o bitli Fadimeler!”

      Böyle düşünürken, hızlı adımlarla fabrika avlusunun arka tarafına geldi. Baksana, gerçekten de sundurma altında duvar dibine bol miktarda kireç yığmışlar.

      “Yav bu kireci almak mümkün müdür, acaba? Belki bekçisi vardır.” düşüncesi aklının ucundan geçmedi değil. Biraz kararsız kaldı. Ama bu fikirden çabuk kurtuldu. “Mümkün olmasaydı, kimse alamazdı. Herkes almış, kullanmış. Kimseye bir şey dememişler, bana ne için diyeceklermiş ki? Şuracıktan alacağım yarım kova kireç, işte.” dedi kendi kendine ve kovasına kireç doldurmaya başladı. Bu arada bir adam yanına gelerek, ona Rusça bir şeyler söyledi.

      “Ne diyorsun ya? Ben de senin ne dediğini bir anlasaydım, keşke.” dedi Naciye onun dediklerine. Adam bir daha tekrarladı. Kadın anlamadığından kulak asmayacak oldu ve kovasını doldurmaya devam etti. Gelen adam kızarak Naciyenın elindeki kovayı çekip aldı, kireci genede öbek üzerine döktü:

      “Olmaz, dedim, olmaz. Hırsızsın sen!” diye Rusça bağırdı ve kadının dirseğinden tutarak, zorla binanın içine götürdü. Böyle kaba davranışı gören Naciye şaşırdı, neler olduğunu hâlâ anlamış değildi. Adam onu bir odaya getirdi. Orada büyük bir masa başında ciddi bakışlı bir adam daha oturuyordu. Bu, galiba onların müdürü olmalı, diye düşündü kadın. Kadını getiren adam Naciye’yi ortaya çekerek, kolunu bıraktı. Arkasından gene Rusça bir şeyler söyledi, müdüründen izin almış gibi, odadan çıktı.

      Müdür bir sürü şey söyledi. Bir şeyler mi sordu, yoksa anlattı mı? Naciye Rusça bilmediği için onun ne dediklerini idrak edemedi ama başını bir belaya sokmuş olabileceğini tahmin etti. Üzüldü. Kendini haklı çıkarmak için, yarım kova kireç alacağını, bayramlık evini badana yapacağını, kocasını sevindireceğini söyledi. “Herkes gelip alınca, ben de gelip alayım, dedim. Yarın bayram, anlıyor musun? Bir ay oruç tuttuk. Yarın oruç bitiyor. Bayram başlıyor.” dedi. Lâkin o da, galiba, hiçbir şeycik anlamadı. Adam böyle konuşmaktan bir şey çıkmayacağını görünce, kadını sorgulamaktan vazgeçti. Sonra odadan çıktı, kapıyı kilitleyip gitti.

      Naciye bir kenara oturdu ve akşama dek şu odada beklemeye mecbur kaldı. Masa arkasındaki duvar üstünde Stalin’in kocaman portresi asılmış bulunuyordu. Fakat Naciye onun kendisi ve milleti için gaddar birisi olduğunu, bütün belaların müsebbibi olduğunu o zaman hiç bilmiyordu. Zaman zaman o resime dönüp baktı. Portredeki adam ise, sanki kalın kaşları arasından kadına takbih nazarıyla bakıyormuş gibi geldi. “Ya, Rabbim! Ne yaptım ben? Şimdi hırsız oldum, galiba. Ya hapse atarlarsa? Bittim, ben bittim! Hani, bilmiş olsaydım, gider miydim, el malına dokunur muydum? Ne kadar kötü bir hata yaptım. Ah, çok pişmanım. Bin kere pişmanım!” diye yüreği boğazına tıkanmiş gibi, sıkıldı. Boynunda sarılmış şalını gevşetti ve “Enver’ime ne derim?!” diye hüngür hüngür ağlamaya başladı.

      Eşi Enver savaşı görmüş bir kişiydi. Mektepte okumuş, Rusça’yı iyi konuşan ve bu fabrikanın bir bölümünde çalışan, işini iyi bilen birisiydi. Akşam mesaiden sonra, onu müdür kendi odasına çağırdı. Gelince, odadaki adamla Rusça uzun uzun konuştular. Sonra bazı bir kâğıtları imzaladı. Kocası neler konuştuğu Naciye için hiç bir anlam ifade etmiyordu. Ancak bir ara “Haydi, çık,” diye emir etti karısına. Kadın içinden bir nevi hafiflemiş gibi oldu. Odadan çıkarken gözleri gene şu portreye takıldı. Bu sefer artık Naciye kaşlarını çatarak, portredeki adama yan yan bakarak “Hey papaz seni, papaz.” dedi kızgınlığını çıkarır gibi.

      “Sus! Çık artık, homurdanmadan.” dedi kocası yavaşça dişleri arasından fısıldayarak.

      “Ne diyor daha eşiniz?” diye sordu odada oturan adam gözlüğünü çıkartıp.

      “Teşekkür ediyor size, efendim.” diye yanıtladı yapay tebessüm ile Enver ve ikisi de acele odayı terk ettiler.

       (Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2021)

      TATARAŞ

      Yolumuz o kadar uzundu ki şu uğursuz yolun biteceğine artık inanmıyordum. Kimse inanmıyordu. Tren tekerleğinin takır tukur sesleri bir kaç hafta boyunca gece gündüz bize eşlik ediyordu. Çocuklar bile bu ağırlığın etkisi altında bulunarak fazla hareket etmeden sessiz soluksuz çömelmiş halde oturuyorlardı. Vagon içini ise karanlık ve havasızlık basıyordu. Yalınız zaman zaman siniri bozulmuş