Dar Sokakta Ayak Sesleri. Emin Göncüoğlu

Читать онлайн.
Название Dar Sokakta Ayak Sesleri
Автор произведения Emin Göncüoğlu
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6862-88-3



Скачать книгу

yetersiz, eksik ve acıyla dolu ki huzur sözü artık hiçbir şey ifade etmiyor bana. Hayatım iyileşmez bir yaraya dönüşmüş gibi.

      Yaşadığımız şeylerin etkisini hayatımızda hemen hissetmez miyiz? Kendinizi iyi hissediyorsanız iyi şeyler yaşamış olduğunuzdandır. Bana bir bakar mısınız ne kadar kötü görünüyorum. Düşündüklerim ve yaşadıklarım, üstüme dökülen çamurlar gibi ruhumu daha da kirletip kendimden ürkmeme sebep oluyorlar.

      Yanımdan geçip gidenlere tedirgince bakıyorum. Yüreğim yaşadığım gerilimi kaldıramayacak kadar zayıf. Kara bir tahtayı siler gibi elime bir silgi alıp son üç ayda yaşadıklarımı silmeyi ne kadar çok isterdim.

      Arkamdan gelen erkeklerin sesli konuşmalarından ürküp yürüdüğüm kaldırımın kenarına iyice çekildim. Son günlerdeki hissettiklerim, ağabeyimin trafik kazasında ölmesinden bu yana yaşadığım en kötü duygulardı. Korktuğum için daha fazla terlemiştim.

      Salih konuştuğumuz yere gelmiş olmalıydı. Saatime baktım. Beş dakika geç kalmıştım ve daha bir o kadar da yolum vardı. Nasıl oldu bilmiyorum annemi düşünmeye başlayıp duygusallaştım. Sanki onu bir daha göremeyecekmişim gibi geldi, gözlerim doldu. Korkuyla dönüp arkamı kontrol ettim; beni takip eden var mı diye. Yoktu sanırım…

      Yanından geçtiğim Garanti Bankasının içi her zamanki gibi yine kalabalıktı. Salih’le buluşacağımız kahvehane, öğrencilerin gittiği ve meraklı gözlerden bir şeyleri saklamak için şehrin en izbe, en ıssız köşesine gizlenmiş yerlerden birisiydi.

      Belediye binasını geçerken izlendiğimden şüphelendim. Dönüp baktım, kimse yoktu ama kaygılarım yine de azalmadı. Gürültülü şehir içi dolmuşlarının çıkardığı sesler gerilmiş olan sinirlerimi kopartacak gibiydi. Önünde, kaçak sigara, ucuz kol saati, cep telefonu gibi eşyalar satan satıcıların beklediği, sidik kokulu, kirli, eski iş hanının kapısından geçip merdivenlerden aşağı bodrum kata inerek Salih’in beni beklediği Emek Kahvehanesine geldim.

      İçeri girdiğimde sigara dumanından neredeyse göz gözü görmüyordu. Birbirlerine sokulmuş öğrenciler hararetle konuşuyorlardı. Salih’i, üstü siyah örtülü masada tek başına, önünde yarılanmış çay bardağı ile beni bekler bulunca biraz olsun rahatlamayı beklerken tedirginliğimin daha arttığını fark ettim. Zayıf, esmer, kemikli yüzüne son günlerde yaşadığımız gerilimin gölgesi düşmüştü. Beni görünce yerinden kalktı. Kalkarken alnına dökülen uzun siyah saçlarını elinin içiyle geriye attı. Yorgun gözlerle yüzüme baktı. Dip taraftaki çay ocağının arkasından yayılan Kürtçe türkü içerideki konuşmaların yarattığı uğultuya baskın çıkmak ister gibiydi.

      Salih’e doğru yürürken etrafı saran sigara dumanı genzimi, gözlerimi yakıyordu. Masanın yanına gelince Salih elini uzattı. Avcumun içindeki eli sıcaktı ve titriyordu. Bu, cesaretimi kırdı ve üzüldüm.

      “Merhaba Nagihan!” dedi solgun bir sesle.

      “Merhaba!” dedim yılgın bir sesle.

      “Nasılsın?” dedi yüzüme ürkek bir ifadeyle bakarken.

      “İyi değilim.” dedim ve oturduk.

      Müzik susunca içerideki uğultu daha artmıştı.

      Dikdörtgen şeklindeki kahvehanenin girişinde, sol tarafta, duvarın bir bölümündeki tahta raflarda çeşit çeşit kitaplar sıralanmıştı. Bunların karşısındaki duvarın bir kısmınaysa Ernesto Che Guevara, arkadan vurulmuş asker, savaştan kaçan küçük çocuklar, ağlayan çocuk, Yılmaz Güney’in fotoğrafları, onların etrafına da küçük kartonlara yazılmış özlü sözler ve şiirler asılmıştı. Arka tarafta ise masalara konuşkan öğrenciler kümelenmişlerdi.

      “Ne içersin?” dedi Salih solgun bakışlarla gözlerime bakarak.

      Müzik tekrar başlarken ben kuşkuyla etrafı süzüp az önce girdiğim kapıdan dışarıyı seyrettim. Sonra umursamaz bir eda ile Salih’e dönüp:

      “Fark etmez.” dedim.

      “Çay taze.” dedi Salih önündeki bardağı göstererek.

      Ben kuşkuyla kapıya bakarken o yerinden kalktı, çay ocağına gidip elinde bir bardak çayla geri döndü.

      “Buraya sık sık gelir misin?” dedim.

      “Evet, ocakta çalışanlarla arkadaş olduk, bazen param bitince idare ediyorlar.”

      “İçerinin havası çok berbat!”

      “Öyle. Ama sigara içtiğim için alışığım ben!”

      Asıl konuşmamız gerekenlerden korkar gibi sırf laf olsun diye konuştuğumuzu biliyorduk. Parmağımı sıcak çay bardağına dayayıp canımın iyice yanmasını istedim; dayanamayınca çektim.

      “Babamın durumu çok kötü!” dedim.

      Salih’in yüzünde garip bir ifade belirdi. Şaşırmış mıydı korkmuş muydu yoksa üzülmüş müydü anlaşılamıyordu. Sonra:

      “Ne oldu?” dedi sakin olmaya çalışarak.

      “Hâlâ hastanede. Ben hiç yüzünü göremedim. Ölmekten beter olmuş. Sol yanına inme inmiş, tutmuyormuş… Herkes hastanede, çok korkuyorum!”

      Salih’in az önce sakin görünme gayreti yerini telaşa bırakmıştı. Birden heyecanlı bir sesle:

      “Babana bir şey olmasından mı yoksa bize bir şey yapmalarından mı korkuyorsun?” dedi.

      “İkisinden de!”

      “Ama biz bir şey yapmadık ki! Bunu onlara anlatmıyor musun?”

      İçim çok kırgın bir hâlde Salih’in yüzüne endişe ile bakıyorum.

      “Sözlerimin etkisi yok, onlar düşündüklerine inanıyorlar. Hem konuşacak durumumuz da kalmadı.”

      “Bu baskıyı kaldıramıyorum artık çıldıracak gibiyim.” derken Salih’in sesi titriyordu. Bu, içimi sızlattı ve kendimi daha güçsüz hissetmeme neden oldu!

      “Ben de!” dedim.

      “Bu çok vahşice ama! Bütün bu yaşadıklarıma inanamıyorum!”

      Aniden öfkeleniyorum. Ruhum çok zayıf ve hırçın.

      “Yaşadıklarıma diyerek kendini neden ayrı tutuyorsun? Her ne yaşadıksa doğru veya yanlış birlikte yaşamadık mı?”

      “Buranın kurallarını bilemezdim ki!”

      Vücudumun iyice ısındığını fark ediyorum.

      “Allah kahretsin buranın kurallarını! Ben biliyorum da ne oldu? Hem bu ülkenin insanı değil misin sen?” derken sesimdeki gerilim, bir mızrak gibi gidip Salih’in gövdesine saplanıyor.

      “Özür dilerim!” dedi Salih beni sakinleştirmek istercesine.

      “Arkadaşlığımızdan pişman mısın?” derken yüzüne sitemle baktım.

      “Hayır!” dedi cılız bir sesle. Sesinin rengi, titreşimindeki güçsüzlük, güvenimi kırıyordu ve ona olan inancımı sarsıyordu.

      “Annem hasta!” deyince irkildim. Düşündüklerini sezebiliyordum. “Gidecek misin?” dedim.

      Yüzüme kendine acımamı ister gibi bakıyordu. Bu yönünü, zayıflığını ilk kez görüp tanıyordum. Bir süre kafasının içinde ne diyeceğini derin derin tasarlar gibi sustu, konuşmadı. Sonra konuşmaktan korkarcasına:

      “Abim dün telefonda hemen gelmemi istedi.” dedi.

      Vücudumdan dışarı sıcak bir dalganın boşaldığını hissediyordum. Anlamsız bir boşluğun içinde oturuyordum