Eşkal-i Zaman. Ahmet Rasim

Читать онлайн.
Название Eşkal-i Zaman
Автор произведения Ahmet Rasim
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6485-85-3



Скачать книгу

ion>

      Ahmet Rasim, (1864 – 1932) Türk yazar, gazeteci, tarihçi, milletvekili. Kendine özgü bir tarzla kaleme aldığı eserleri geniş bir okur kitlesi tarafından okunan, mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerine tanıklık etmiş bir yazardır. Elli yılı bulan yazı hayatında farklı edebî türlerde ve çok sayıda eser verdi. Dönemin İstanbul hayatının ayrıntıları üzerinde durduğu fıkralarıyla tanındı.

      1864’te İstanbul’da Fatih’in Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. Babası Menteşeoğulları’ndan Kıbrıslı Bahaeddin Efendi, annesi Nevbahar Hanım’dır. Babası kendisi doğmadan evvel ailesini terk ettiği için Nevbahar Hanım onu tek başına yetiştirdi. 1875 yılında başladığı Darüşşafaka’da edebiyatla tanıştı. Bu okulda bestekâr Mehmet Zekai Dede’den müzik dersleri de aldı. Kendi çabasıyla Fransızca öğrendi. Eğitimini 1883 yılında birincilikle bitirdi.

      Okulu bitirdikten sonra diğer Darüşşafaka mezunları gibi Posta ve Telgraf Nezareti’nde memur oldu. Bu kurumda kısa bir süre kâtiplik yaptı. Memuriyet hayatının ilk aylarında Sadberk Hanım ile evlendi; 1902’de eşinin ölümüne kadar süren bu evlilikten dört oğlu, iki kızı oldu.

      Yayın hayatına 1891’de başlayan Servet-i Fünun dergisinde fen konularındaki yazılarının yanında, tefrik hâlinde romanlarını da çıkarma imkânı buldu. Leyal-i Izdırap, Meşak-ı Hayat ve Afife burada yayımlandı. Ancak Servet-i Fünun yazarlarının genel edebî çizgisini benimsemedi. O, Ahmet Cevdet Paşa ve Ahmet Mithat Efendi’nin Doğu ve Batı edebiyatının olumlu yanlarını sentez hâline getirmeyi amaçlayan edebî anlayışını benimsemişti.

      Müzik alanında da eserler veren sanatçı, besteleri de kendisine ait olan pek çok şarkı sözü yazdı.

      1927’de Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in referansıyla İstanbul milletvekili oldu ve TBMM’nin üçüncü ve dördüncü dönemlerinde milletvekilliği yaptı. Ancak sağlık sorunları yüzünden meclis oturumlarına bile katılmadı. 1932’de Heybeliada’daki evinde hayatını yitirdi, Heybeliada’daki Abbaspaşa Mezarlığı’na gömüldü.

      EŞKAL-İ ZAMAN

      EL-MAZİ LA-YÜZKER… AMMA … 1

      Bundan evvelki tramvaylar ne kadar iyiydi! Yerine göre yavaşlayıp dururlar, yerine göre hızlanıp acele ederlerdi. Kimi dört atlı olurlar, insana gurur ve haşmet diye bir şeyler gelir; kimi yokuşun ortasında dururlar, aklımıza ikbal ve saadet basamaklarının yarısında kalakalmanın ne kadar acı olacağı gelirdi. Hele freni kaptırıp da yokuş aşağı alabildiğine kaydığı zamanlarda, binenlerde sebep olduğu baş dönmeleri, yürek oynamaları, kadın çığlıkları, çocuk haykırmaları, hatta erkeklerin bağırmaları ile bir arada köpek havlamaları, dışarıdakilerin “Makineyi sıkıştır!”, “Dizginleri çek be herif!”, “Atlama! Parçalanırsın!”, “Eyvah! Paramparça oldular!” feryatlarıyla el ayak sallayıp tepinmeleri arasında koca arabanın zıp diye durması, ertesi gün gazetelerin olanı yazmaları üzerine saf kimselerden bazılarının “Bizimki, dün sokağa çıkmışlardı, sakın içinde bulunmasın!” yollu acınarak bir daha izin vermemeye ant etmeleri de ne kadar ibret verici, ne kadar gönül yakıcı idi! Düz yerlerde giderken sözü edilen taşıtlardan geri kaldıkça içindekileri basan rekabet utancı, duraklarda dakikalarca bekledikçe geç kalmış olanların tutuldukları sıkıntı, sürücülerin öttürdükleri borulardan dalgın yürüyenlere gelen silkinme, yağmurlu havalarda beygir ayaklarından, tekerlek altlarından fırlayan çamurların yol açtığı zifos2 alayları, bütün bunlar, bu hâller, bu duygular, zamanın da değişiklikleri içinde yok olup gitti.

      Henüz yolda, yolunda, yolunca yürüyemediğimizi her iniş yokuşlarda hatırlatan kimi eli bayraklı, kimi borulu, kimi köşklü3 taslağı, pırpırı-kıyafet4 vardacılar5 şehrin görünüşüne az mı güzellik katarlardı.

      Ölü Kurban Oseb’in İştayn’dan yeni aldığı elbisenin ortaya yaydığı ot kokusuna açlık yüzünden dayanamayıp saldıran beygirlerin o gözlerindeki can çekişen parıltılar, bel ve sırtlarındaki o bir deri bir kemik gösteriş, sağrılarında, kuskunlarında görülen o düşüklükler, arabayı çekerlerken oklava gibi kabaran o pörsük adalelerin görünüşleri, iple bağlı dizginler, hayvanların başlarına dekolte süsü veren başlıklar, şimdi birer hayal oldu kaldı.

      Sürücüler içinde öyle usta kamçı şaklatanlar vardı ki acemi polisleri “Rüvelver atıldı!” diye dört döndürürlerdi. O devirde ise rüvelver atmak tehlikeli bir cüret, fakat saray adamlarına vergi bir mürüvvetti.

      O zamanlar basın dilinde, konuşmalar sırasında, yavaşlığa ve tembelliğe iki şey örnek olarak verilirdi: Karada tramvaylar, denizde Eyüp vapurları.

      Hayal, Çaylak, Karagöz gibi mizah dergileri, tevarüd6 benzeri olarak, herhangi bir sayılarında bunlardan söz edecek olsalar, arabacı veya kaptanın “Sakallı, çekil!”, “Kayıkçı, sağım al!” diye korku ile attığı naralara “Yetiş de çiğne!” diye verdikleri alaylı cevabı karşılık tutarlardı.

      Vakit olurdu ki, gözleri yaşarmış, zembili7 omzunda bir çarşılının8 yanındaki ile:

      “Bizim evin önünde yatan Karabaş9 yok mu, hani sen seversin…”

      “Ey!”

      “Dün tramvay çenesini ikiye biçmesin mi?”

      “Deme! Sonra?”

      “Sonra, zavallı hayvan bağıra bağıra gitti!”

      “Vah! Vah! O kadar acıdım ki..” konuşmasına canlar dayanmazdı. Rahmetli Muhsin, Beşiktaş tramvaylarını gördükçe “Ekmek kadayıfının iki katlısına aklım eriyor da tramvayların iki katlısına bir türlü ermiyor!” derdi.

      Evet, bunlar, taşıt araçlarının, herkesin rahat etmesine yaradığını her yönden meydana koyan örnekleriydi. Şimdiler öyle mi ya! İnsan biner binmez nefes alamıyor. Onlarda ise uzun süre oturur, dinlenir, duraklarda su, hatta eli çabuksa salep, şerbet gibi şeyler içer, rahat rahat sigarasını yapar, kolunu pencere kenarına dayar, dumanını savurur, çıkın içinde peynir mi, ekmek mi, üzüm mü, lakerda10 mı, simit mi, Allah ne verdiyse yer, hele Topkapı, Samatya tarafına gidilecekse, vaktine göre yarım, bir saat uyku kestirir, âdeta bir gezer-yuva içinde gidip gelirdi. Hatırda kaldığına göre, yalnız nargile içilmez, Karaköy Köprüsü geçilmezdi.

      Bununla birlikte, Azap Kapısı11 yoluyla Unkapanı Köprüsü’nden geçmeleri hakkında Belçikalı bir mühendisin bir taslağı vardı. Hatta bu taslağa o zamanki Haliç Komodorluğu12 “Altından Eyüp vapurlarının geçtiği bir köprünün üzerinden tramvay geçmek, fen bakımından ve tabiat yönünden doğru olamaz.” yolunda karşı çıkmıştı.

      Geçmiş zaman olur ki Hayali cihan değer. 13

      Şimdi ise Şirket-i Hayriye14 vapurları yanaştığı için, ön tarafı insana korku veren demir düzenlerle aşırı derecede güvenliğe ve inzibata alınarak tavuk kafesine çevrilmiş olan köprünün üzerinden geçiyor. Siz artık istediğiniz kadar “Fesüphanallah!”15 deyin. Bu böyle ve hep böyle olacak!

      Sözün kısası, bunca iyi yönleri ve üstünlükleriyle birlikte, geçtiği yolda bir tehlike bölgesi vardı. Bu bölge Beşiktaş ile Ortaköy arasında idi. Bu tarafa gelen her arabaya Hasan Paşa Karakolu’ndan verilmiş bir memur biner, müşterileri, makamı cennet olsun, Sultan Murat’ın oturduğu söylenen saray önünden göre gözete geçirirdi.

      AĞIZ BİRLİĞİ

(Birinci Perde)

      Karamanlı bakkallar sırası. Bir dükkân. Ceketli, pantolonlu, kolalı gömlekli,



<p>1</p>

Geçmiş anılmaz, geçmişten söz edilmez, amma…

<p>2</p>

(Rumcadan) asıl anlamı “hiç, boş” demektir. Çamur sıçraması; birden sıçrayan çamur.

<p>3</p>

Vaktiyle İstanbul’daki yangınları haber vermek için yangın kuleleri ile bazı yerlerde bulundurulan adamlara verilen ad. Bunlar başlarına sıfır kalıp fes, sırtlarına kırmızı bir ceket ve şalvar yahut pantolon, ayaklarına hafif yemeni giyerler, ellerinde harbi taşırlardı. Uğradıkları yerlerde acı bir nara attıktan sonra, mesela “Aksaray, Sineklibakkal!” deyip fırlarlardı. Bunlar belli dairelere ve mahalle bekçilerine yangının nerede olduğunu söylerler, onlar da tulumbacılara haber verirlerdi.

<p>4</p>

Pırpırı, esnaftan olan kimseler için kullanılır bir sözdür. Her sanatın bir piri olduğundan, bu tabir doğmuştur. Cahil olup çelebi zümresinden olmayan demektir. Pırpırı-kıyafet ise, dar ve tetik giyinmiş demektir.

<p>5</p>

“Varda!”, İtalyanca “Gözet!” anlamına haykırmadır. “Vardacı”, eskiden tramvayların önünde “Varda!” diye yol açanlara verilen addır.

<p>6</p>

İki yazarın, özellikle iki şairin, birbirlerinden haberleri olmadan bir mısrayı veya beyti aynı şekilde söylemiş olmaları.

<p>7</p>

İçine öteberi koyup taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan ağzı geniş bir torba gibi kap.

<p>8</p>

Çarşılı: Genel olarak Kapalıçarşı esnafına verilen bir ad olmakla beraber, bundan ayrıca çarşının Ermeni kuyumcular bölümündeki esnaf anlaşılır.

<p>9</p>

Köpek.

<p>10</p>

Palamut balığının “altıparmak” çeşidinden yapılan tuzlama; altıparmak palamudun tuzlaması.

<p>11</p>

İstanbul’da Galata surunun ilk kapısı olarak tespit edilmiş bulunan Azap Kapısı, bugün Beyoğlu cihetini Haliç üzerinden İstanbul’a bağlayan Atatürk Köprüsü’nün başında, Sokullu Mehmet Paşa Camisi’nin tam önünde idi. Osmanlılar Devri’nde bu kapıya verilen Azap Kapı adı, tersanenin yanında bulunan Azaplar Kışlası’ndan ileri gelmiştir.

<p>12</p>

Bahriye Nezaretine (Deniz Kuvvetleri Bakanlığı) bağlı ve Haliç denizcilik işlerine bakan askerî kumandanlık.

<p>13</p>

Bu mısra, XVI. yüzyılda ünlü Türk divan şairlerinden Vardar-Yeniceli Hayali’nindir(? – 1 557). Asıl adı Mehmet ve lakabı Bekâr Memi’dir.

<p>14</p>

Boğaziçi’nin oturulan yerlerini İstanbul’a bağlamak için vapur ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş olan şirketin adı. Bu şirket Abdülmecit zamanında, 1850’de kurulmuştur. Şirketin müteşebbisi, Mustafa Reşit Paşa idi. Abdülaziz Devri’nde bu kumpanyanın imtiyazı tahdit edilmiş ve Boğaziçi’ne vapurla gidip gelmeyi sağlayacak bir hâle getirilmiştir. Bu şirketin işleri bugün Denizcilik Bankası tarafından yürütülmektedir.

<p>15</p>

“Allah’ı eşten, çocuktan ve başka buna benzer eksiklerden tenzih ederim.” demek olup beğenilen bir şey karşısında “Bunu yaratanı bu güzel yaratmasından dolayı teşbih ederim.” ve beğenilmeyecek bir şey karşısında da “Bundan Ulu Tanrı’yı tenzih ederim.” anlamında kullanılmaktadır.