Название | Kuyucaklı Yusuf |
---|---|
Автор произведения | Сабахаттин Али |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-121-921-9 |
Yusuf bir kadının çenesini bu kadar açabilmesine hayret ediyor, bunlara tahammül eden kaymakama biraz da merhametle bakıyordu.
Kendisine karşı yapılan muamelelere aldırış ettiği yoktu. Bir evde sözü geçecek, hükmü yürüyecek yegâne adam o evin erkeği olduğuna ve bu erkek de kendisini istediğine göre, Şahinde Hanım’ın sözlerinin bir kıymeti olamazdı. Kendisine karşı bazen pek edepsizleşen kadına “Karı kısmının sözüne bakılmaz, herhâlde senin aklın pek yerinde olmamalı!” demek isteyen gözlerle bakar; yalnız, Salâhattin Bey’in bu çenesi gevşek karıyı ne diye kolundan tutup kapı dışarı etmediğine hayret ederdi.
İlk geldiği günlerde kimseyle konuşmak istemiyordu. Havalar yavaş yavaş soğuduğu için odada oturur, iş gösterilmediği zamanlar pencereden Kuyucak dağlarına doğru bakar, bulutların arka tarafından bir şeyler görmek ister, fakat odaya birisi girer girmez derhâl başını çevirerek herhangi bir şeyle meşgul olurdu.
Herkese, hatta kaymakama bile soğuk davranırdı. Şahinde bu çocukta insanlık, his namına bir şey bulunmadığını, anası babası öldürüldüğü zamanki lakaytlığını ileri sürerek, söyler dururdu. Hakikaten hiç kimse bu çocuğun şimdiye kadar herhangi bir münasebetle, herhangi bir hissî tezahür gösterdiğini görmemişti.
Yalnız, ara sıra, karı koca kavga ederken, âdeta kin ve istihfaf ile Şahinde’ye dikilen gözleri, Salâhattin Bey’e ilişince öyle yumuşaklaşır, öyle tatlı ve birçok şeyler söyleyen kıvılcımlarla dolardı ki, bunu gören bir adam, Yusuf’un içerisinde bizimkilere hiç benzemeyen, bizimkilerden çok daha derin ve büyük birtakım hislerin bulunduğunu zannedebilirdi.
Yusuf’un hislerini göstermekten çekinmediği yegâne mahluk, küçük Muazzez’di.
Muazzez tombul ve boğumlu ayaklarıyla odada tıpış tıpış dolaşırken Yusuf onu, dudaklarının kenarında hafif bir tebessümle takip eder, sonra dayanamayarak kucağına alır, yavaş yavaş, âdeta kırılmasından korkuyormuş gibi, ihtimamla okşardı. Küçük kız, bütün evdekiler arasında kendisiyle patırtısız, gürültüsüz meşgul olan bu çocuğa başkalarına pek göstermediği mülayim taraflarını gösterir, onun burnunu, saçlarını çeker; Yusuf kendisini koltuklarından tutup hoplattıkça başını geriye atarak kahkahalardan kırılırdı.
Fakat bu oyunlar ve bu minimini kız, Yusuf’u açmaya, neşelendirmeye kâfi gelmiyordu. Bazen gözü pencereden Kuyucak tarafına ilişiyor, hemen kendisine bir durgunluk geliyor, çocuğu kucağından yere bırakarak düşünmeye başlıyordu. Bu sırada Muazzez de sanki her şeyi anlıyormuş gibi, hiç sesini çıkarmadan bir köşeye çekiliyor, büyük mağmum gözlerle Yusuf’a bakıyordu.
Yusuf’un hâlleri, Salâhattin Bey naklen Edremit’e, yani Kuyucak’tan çok uzağa tayin edilinceye kadar devam etti.
4
Yusuf ilk defa Edremit’te mektebe gitti. Fakat bu mektep devri pek uzun sürmedi.
Buraya geldikleri zaman Yusuf on yaşlarında kadardı. Sarı benizli, nahif, fakat kuvvetli ve dayanıklı bir çocuktu. Görenler, onun kendisinden daha büyük birkaç çocuğu bile yıldırabileceğine imkân vermezlerdi. Hâlbuki mahalle kavgalarında, her zaman karışmasa bile, karıştığı zamanlar, daima baş olur ve dört beş kişiye karşı kordu. Hasımlarını ürküten, onun kuvvet ve cesaretinden ziyade, hiç kaybolmayan sükûneti ve kendisine olan sonsuz emniyetinin her hareketinde görülen tezahürleri idi.
Mektep onu sıkıyordu. İlk zamanlarda, yani okuma öğreninceye kadar, devam eden merak ve alakası pek çabuk kayboldu. Bir sürü “kıvır zıvır” bilgi sahibi olmak için o “bey çocukları” ile düşüp kalkamayacağını söylüyordu. Tabii bunlar Şahinde’nin yeni birtakım hücumlarına ve çocuğun istikbaline dair falcılıklarına yol açıyordu. Kaç defa Salâhattin Bey’e “Bey, bu çocuk senin başının derdi demez miydim? İşte, adam olmaktan nasıl korktuğunu gör. İşte parmağımı basıyorum, bu çocuk ya hamal ya yol kesici olacak… Ama sen kendin sardın başına bu derdi. Kimsede kabahat yok…” diye çatmıştı.
“Peki ama karıcığım, ne istersin şu çocuktan? Bakalım, biraz daha büyüsün, belki biraz heveslenir. Daha köyünden ayrılalı bir sene olmadı bile… İçinde ne kadar olsa serbestlik arzusu var. Şehirlere alışamadı.”
“Sen bilirsin. Fakat bu ahlaksız mahalle piçi hep böyle kopuklukta devam ederse ben kızımı alır giderim; sen sevgili Yusuf’unla otur ondan sonra!”
Salâhattin Bey, böyle şeylere hacet kalmayacağını, hem artık ikide birde bu pılıyı pırtıyı toplamak tehdidinden vazgeçmesini, eğer canı pek gitmek istiyorsa işte kapının açık olduğunu, fakat Nazilli’de reji ambar memuru olan babasının kendisini dört gözle beklemediğini biraz sertçe bir lisanla ona izah ediverir ve bunun arkasından, yarım saatten fazla süren bir ağlama ve çırpınma nöbetini yatıştırmakla uğraşırdı.
Yusuf’un tahsile karşı olan bu lakaytlığı, Salâhattin Bey’in de pek hoşuna gitmiyordu, ama çocuğun ne kadar garip tabiatlı olduğunu bildiği için fazla ısrardan çekiniyordu. Birkaç kere soracak oldu:
“Yusuf, sen neden okumak istemiyorsun?”
“Okumak öğrendim ya! Daha ne okuyayım!”
“Canım, bu kadar yetmez. Bu dünyada birçok şeyleri bilmek lazım!”
“Sırası düştükçe bilenlerden öğrenirim!”
“Hocadan öğrenmek daha iyi değil mi be oğlum!”
Hoca, çocuğun aklına ve gözlerinin önüne gelince dudakları elinde olmayarak bir büküldü. Kaşlarını kaldırdı. “Hocanın bildiği birisinin işine yarasa kendi işine yarardı. Sen bile okudun bildin de ne oldun sanki? Benim babam bir şeycikler bilmezdi ama evinde sözü senden çok geçerdi!” dedi ve usulca, mahrem bir tavırla ilave etti:
“Şu Şahinde anam sabahacak encek gibi dırlanır durur da bir yolunu bulup onu bile susturamazsın; ne edeyim ben senin okumanı?”
Bu sözlerin çocukça ve basit olması, onlarda oldukça hakikat bulunmasına mâni değildi ve çocuk mantığına hitap ederek bunlara mukabele etmek Salâhattin Bey’e çok güç geldi.
Bir müddet işi oluruna bırakmaya karar verdi. Şahinde de bütün dırıltısına rağmen bu işten pek şikâyetçi değildi: Muazzez’i her zaman Yusuf’a bırakıp istediği gibi gezebiliyor, kızı her yere götürüp başına dert etmek veya evde bırakıp gözü arkada kalmak gibi sıkıntılardan kurtuluyordu.
Böylece küçük Yusuf, bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi, büyüyor, gelişiyordu.
5
Edremit, üç tarafını saran Çamtepe, İbramcaköy ve Tavşanbayırı isimli üç yamaca yaslanan, büyükçe, şirince bir kasabaydı.
İki küçük dere, kasabanın içinden ve kaldırımlı sokakların ortasından gelerek Aşağıçarşı dedikleri yerde birleşiyor, sonra biraz ileride kasabayı yalayıp geçen Büyükçay’a kavuşuyordu.
Tepelerden birine çıkıp bakıldığı zaman, görülen manzara ender bir şeydi:
Damların yosun tutan ve kararan kiremitlerini