Türk Tarihi. Necib Âsım Yazıksız

Читать онлайн.
Название Türk Tarihi
Автор произведения Necib Âsım Yazıksız
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-99843-2-2



Скачать книгу

taraftan Türkler ve bu soydan olan kavimler topluluğunca olan ayrılıkların çeşitliliği de lisanlarındaki sebat kadar dikkat çekicidir. Bugün bir Macarı, bir Başkurt veya bir Samoyet’ten ayırt eden fark o kadar büyüktür ki bu şehirlilerle o çoban veya vahşilerin bir soydan olduklarını kabul etmekten insan korkar. Hâlbuki hicretten iki asır önce şu üç kavim arasında bir fark yok idi. Bir Avrupalıya göre bir Osmanlı ile bir Kazak, Kırgız, bir Yakut arasındaki fark ile Çinli bir Mançu memur, ormanlarda avcılık ile geçinen bir Tunguz arasındaki farklılık nasıl belli ise bir Macar, bir Vogul, bir Ostyak arasında da öyle bir farklılık vardır.

      Hicret’in bir asır öncesinde Türk milleti bir kısmı çiftçi olmak üzere şehir ve kasabalarda meskûn idiler, diğer kısmı ise keçeden yurtları altında yaşayan bedevî çobanlar olmak üzere iki değişik topluluk teşkil etmişler idi. Bunların her ikisi de bugün yalnız gecelemek üzere dal ve ağaç kabuklarından mamul kulübelerde yaşayan Tobol ve Abakanlar av peşinde dolaşırlardı.

      Tek milletten ibaret olan Türkler hakkında “ırk” kelimesini tatbik etmek üzere Avrupalıların kabile ve millet belirlemek için uğraşmaları pek boşunadır. Moğol, Ugor ve Fin, Altayî, Turanî ırkı tabirleri ancak tasavvurda kalan topluluklara veya milletler ve hükûmetlerin aralıksız meydana gelen değişim ve dalgalanma içinde oluşan, sonra dağılmış olan topluluklarına delalet eder. Zira Fin ve Ugorlar, Türk, Moğol, Mançu dilleriyle şu muhtelif insanların dillerinde olduğu gibi simalarında da bir aile soyundan geldiklerine delalet edecek hâller vardır. Diğer kavimler ile kanı karışanlardan başka hepsinin yüzleri, kemikleri uzun olup alınlarının ara kesiti keskin, yüzleri semiz ve etli, şişkin; çeneleri sivri ve kuru; saçları kara, sert, düzgün, sakalları da böyle fakat seyrek olup hatta gençliklerinde bile kıvraklık yoktur. Ciltleri donuk, perdahsız, esmer; gözleri kara ve parlak olup hemen başı müteakip ve elmacık kemikleri üst yanında uzunlamasına badem şeklinde yarılmış, iki göz kapakları içinde fırıldar.

      Üst göz kapağı, alnın çıkıntısı altına kaçmış denecek kadar kısadır. Yuvarlak ve iri baş kuvvetli bir boyuna ve bir de geniş, kuvvetli bir omuza bağlanır. Bedenleri de bu şekildedir. Vücutlarının genel görünüşü ağır ve toplu olup bacakları doğuştan binici yaratılmış olduklarına dalalet edecek surette, vücuda göre narin, yay gibi ve kısadır. Boyları genellikle ortadan alçak ve bazen daha uzundur. Dünyayı titreten bu cengâverler ufak yapılı idiler.

      Millî silahları içinde enseleri çıkmış ve bunun altına giydikleri pamuklu bol hırka veyahut ince tabaklanmamış veya tüyleri düzlenmemiş kürkleri, giysileri ağır tolga (miğfer) ve kürklü kalpaklar ile dar ve yüksek eyerler üzerine binmiş olan Hunlar, Türkler, Moğollar, istila ettikleri memleketlerin halkı üzerinde büyük bir etki bırakmışlar idi. Hâllerinde görülen lakaytlık eseri uzak ülkelerden bin türlü zorluk, savaş meşgalesi içinde gelmelerinden olduğundan şüphe yoktur. Zaten bu hâl Avrupalıların da başına gelerek Haçlı Seferleri’ne giden yırtık ve yamalı giysili Frenklere Araplar yamalı manasında “tayfur” demişlerdir.

      Fin-Ugorlar, Türkler, Moğollar ve Mançuların çoğunu kapsamak üzere tarif ettikleri şu hâl ve kıyafet, ırkların karışımı, geçim şekli, medeni hâlden dolayı o kadar değişmiştir ki mesela bir Macar ile bir Ostyak veya bir Osmanlı ile bir Yakut alınıp yan yana getirilse aralarında bir benzerlik bulmakta güçlük çekilir. Fakat Tuna’dan Japonya Denizi’ne, Kuzey Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar bütün simalara bakılır ve mukayese edilirse derece derece en donuk renkten en parlağına kadar hep bir tarzda lehçelerin ahenktar oldukları görülür.

      Türk, Fin-Ugor, Moğol, Mançularda simaca değişim hâsıl olmuştur. Fakat bunların dilleri emin olunarak birbirinden ayrılabilir. Şu dört gruba ait hiçbir dil yoktur ki diğerleriyle ortak kelimeleri içermesin. Bu dillerdeki ortak kelimelerden bir kısmının tarihî konumuna bakıldığında nispeten yakın zamanlarda iç içe girdiği sahihtir. Mesela Macarlar hicrî X ve XI. yüzyılda birçok Osmanlı kelimelerini almışlardır. Lakin Macarcada hicrî IX. asırda Osmanlı Türkçesinde terkedilmiş olup ancak hicrî V. yüzyıla ait gerek Uygur kitaplarında gerekse Doğu Türkçesinde ve hatta Moğol ve Mançu dillerinde kullanılmış veya kullanılmakta bulunan bir hayli kelimeler bulunmaktadır. Yazı veya yazmak manasında Uygur, Mançu, Tunguz, Moğol, Eski Çağatayca ve Macarcada “bitimek” kelimesi kullanılmakta olduğu hâlde hicrî X. asırdan beri bu kelimenin yerine Osmanlı Türkçesinde (yazmak) mastarının kullanıldığını zikretmek yeter. Her ne kadar Osmanlı Türkçemizde “bitimek” mastarı terk olunmuş ise de bundan türeyen, kâtip ve yazıcı manasına gelen “bitikçi”, “benlekçi” kelimeleri hâlâ kullanılmaktadır.

      Tarihî zamanlardan beri Macarların Tunguzlarla karıştıkları malumdur. Bundan dolayı dört gruba mensup olan kavimlerin birbirleriyle karışması pek eski olup bu da bunların birliğini ispat edemezse hiç değilse uzun süreli ve defalarca yakınlıklarının olduğuna delalet eder. Bu yakınlığın tarihini hicretten bir asır evvelinden başlayarak yediye kadar takip etmek mümkündür. Orta Asya’da uzaktan bakılınca etnografik, yakından incelenince sırf millî olmak kesintisiz bozula düzele yeni şekillere girmek üzere bu yakınlık ve kaynaşma X. asra kadar sürmüştür. Etnografya açısından bakıldığında Hun, Türk, Macar, Moğol, Mançular ayrı ayrı “ırk” ve hatta “ümmet” bile oluşturmayıp tek cinsten ibaret görülür. Ancak bu meşhur adlar siyasî topluluklarına verilmiş isimlerden başka bir şey değildir. Hicrî VII. asırda Rusya’yı istila eden Moğolların evlatları, Almanca ile Fransızca arasındaki fark kadar Moğol dilinden ayrı Türk dilinin lehçeleriyle konuşuyorlardı. Asya sınırı içinde oluşan Macar toplulukları aralarında etnografik bağlantılar bulunmayan unsurlardan ibaret idi ki bunlarla VII. asırda Batılı Avrupalıların Komani dedikleri halis Türkçe konuşur, Kıpçaklı Türk milleti karışmıştır. Finlandiya Ugorcası, Türkçeler, Moğolcalar, Mançucalar dil bakımından kollara ayrılabilirse de bunları konuşan insanlar ırk ve bağlı oldukları cins itibarıyla ayrılamaz. Zira maziye doğru dönülüp bakarsak bunları tabiî değil arızî (sonradan oluşmuş) bir topluluk olarak görürüz. Bu insan topluluğu içinde ayırt edebileceğimiz unsurlar etnografik mensubiyet türündendir. Buna rağmen vaktiyle bütün bu topluluklarda ve şimdi yine birçoğunda; mesela Özbekler, Kırgızlar, Moğollar’da olduğu gibi muhtelif milletler arasında aynı ulus ve oymak isimleri bulunur. Türk, Tatar, Moğol vs. adlarını alan kavimlerin tarihinde ırk meselesi boş bir şeydir. Hz. Muhammed’in peygamberlikle görevlendirilmesinden bir asır öncesinden Asya’yı tahrip ve yeniden imar edenler şu an yaşamakta olan milletlerdir.

      Şecere-i Türkî müellifi Ebulgazi Bahadır Han: Eski Türk milletleri Kıpçak, Uygur, Kanglı, Kalaç ve Karluk’tur, diyor. Baştaki iki isim büsbütün esasîdir: Kıpçak kelimesi pek eski bir heceli kelimeden oluşmuştur. “Boş” “çöl” demektir. Moğolların bu manaya kullandıkları Kobi kelimesi de bu asıldandır.67

      Uygur kelimesi Eski Türkçe, Moğol, Mançu lisanlarında “birleşmek, toplaşmak” ve “bir kaideyi takip etmek, kanuna bağlanmak” manalarına gelen uymak mastarından bir sıfattır. Şu hâlde çöl ve boş yer halkına Kıpçak, toplu, beraber ve bir kanuna uyanlara da Uygur yani “medenî-uygar”denir.68 Kanglı’nın manası da “arabalılar” demektir.69 Kalaç70 kelimesi eski Türkçe yazıların iki türlüsünde, çeşitli imlâ ile yazıldığından manasını belirlemek güçtür. Milâdî VI. asırda Rumlar bunu Halyate diye yazarlardı ki Türkçenin kılıç kelimesi bunda zahiren görünür. Karluk71 kelimesindeki “kar” kökü hâlâ Türkçemizde kullanılmaktadır.



<p>67</p>

Bahadır Gazi, Kıpçak kelimesi hakkında şu malumatı veriyor: Oğuz Han’ın bir yiğidi var idi. Karısını alıp gitmişti. Kendisi savaşta öldü, hatunu kurtulup iki suyun arasında Han’ın arkasından yetişti. Hamile idi. Sancısı tuttu. Gün soğuk, girmek için ev yok idi. Çürük bir ağaç içinde oğlan doğurdu. Bunu Han’a bildirdiler. Bunun üzerine Han dedi: Bunun babası bizim önümüzde öldü, üzüleni yok deyip oğul kabul etti, Kıpçak adını verdi. Eski Türk dilinde Kıpçak içi boş ağaç demekmiş. O sebepten, oğlan ağaç içinde doğdu diye adını Kıpçak koydular. Bu zaman da içi boş ağaca “çıpçak” diyorlar. Kara halkın (avamın) dili dönmediğinden k’yı ç okuyor. O kıpçaktır, çıpçak diyorlar. O oğlanı Han kendi yanında büyüttü. Yiğit olduktan sonra, Urus ve Ulak ve Macar, Başkurt illeri düşman idiler. Kıpçak’a çok mal halk ve maiyet verip Tin ve İdil suyunun kenarına gönderdi. Üç yüz yıl Kıpçak o yerlerde hanlık kılıp oturdu. Bütün Kıpçak halkı onun soyundandır. Oğuz Han’ın zamanından tâ Çingiz Han zamanına kadar Tin ve İtil ve Yayık, bu üç suyun yakasında Kıpçak’tan başka il yok idi. Dört yüz yıl evveline kadar oralarda oturdular. Bu sebepten o yerlere Deşt-i Kıpçak derler.

<p>68</p>

Bahadır Han Uygurların menşei hakkında şu malumatı veriyor: İlin çoğu Kara Han’ın, azı Oğuz Han’ın yanına gittiler. Kara Han’ın küçük kardeşlerinin çok oğulları vardı. Onların Kara Han’dan ayrılacağı kimsenin aklına gelmezdi. Hepsi Oğuz Han’ın yanına gittiler. Oğuz Han onlara Uygur adını verdi. Uygur Türk dilindendir, manasını herkes bilir, yapıştır manasına gelir. Derler: “Süt uydu”. süt iken birbirinden ayrılırdı, yoğurt olduktan sonra birbirine yapışıyor. Şunu da derler: “İmama uydum”. İmam otursa oturuyor, kalksa kalkıyor. O hâlde yapışmak olmuyor mu? Onlar gelip Oğuz Han’ın eteğine elleriyle sımsıkı yapıştılar. Bunun üzerine Han onlara Uygur dedi.

<p>69</p>

Bir iyi, akıllı insan var idi. O düşünüp arabayı yaptı. Ondan görerek herkes araba yapıp, ganimetlerini yükleyip döndüler. Arabaya kank adını koydular. Ondan önce adı da yoktu, kendisi de yoktu. Onun için kank dediler ki, hareket edince kank yapıp ses çıkarır. Onu yapan kişiye Kanklı dediler. Bütün Kanklı ili o kişinin oğullarıdır.

Kanglıların, Çinlilerin Kau Çang’ı olma ihtimali de hatıra gelmiştir. Gerçekten Kanklılar, Pe-Lu yani kuzeyde Beş Şehir’de oturmuşlardır. Fakat oradaki Kau Çang bir şehir ismi olup kabile adı değil idi. Stanislas Julien buna dair Jurnal Azyatika’da yazdığı bir makalede Çin müelliflerinden naklen: Kau Çang ismi hanlar zamanında mevcut olan Kau- Çang- Loi adındaki müstahkem şehir adına bedeldir, diyor.

<p>70</p>

Ebulgazi, Şecere-i Terakime’sinde Oğuz Han’ın İran, Şam ve Mısır üzerine hareketini naklederken, bir neferin yoksulluktan orduya gelemediğini haber verir: “Han o kişiden sordu ki: Niçin geride kalmıştın? O dedi: Gündeliğimin azlığından ordunun arkasından geliyordum. Hatunum hamile idi. Doğurdu. Açlık sebebinden anasının sütü oğlana yetişmedi. Suyun yakasında gördüm ki bir çakal, bir sülünü yakaladı. Ağaç ile çakala vurunca sülünü atıp kaçtı. Ben de yakalayıp kebap yaptım, hatunuma verdim. Arkaya koyduğunuz adamlar rastlayıp getirdiler. Han fakire at, azık ve mal verip orduya katılma deyip “kal aç” dedi. Bütün Kalaç halkı o adamın neslindendir. Bu zamanda Halaç diyorlar. Maveraünnehir’de çoktur. Aymak iline katılır. Horasan ve Irak’ta çoktur diyor. Hâlbuki (Kılıç) Türklerce ilam sırasında geçmiş ve hatta “Kılıçarslan” namı bütün cihana malum olacak kadar bir şöhrete nail olmuştur.

<p>71</p>

Bahadır Gazi, Şecere-i Türkî’de Oğuz Han’ın Turan ve Hindistan seferine gittiği zaman orduya memur olan bir alay halkının gelirken kara tutulup kaldıklarını ve atları telef olarak yaya geldiklerini hikâye ettiği sırada: Han hüküm kıldı. O topluluğa Karluk desinler deyip bütün Karluk ili onların neslindendir.” diyorsa da Türkçede (Karluk) bir topluluğa değil bir bölgeye ad olabileceğinden bu isim olsa olsa onların yurduna verilebilir.