Kahvenin hikayesi. Stewart Lee Allen

Читать онлайн.
Название Kahvenin hikayesi
Автор произведения Stewart Lee Allen
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-8068-16-0



Скачать книгу

gün, kızın saçlarına dair tüm izlerin gün doğumuna kadar ortadan kaybolduğunu duydum.

      ETİYOPYALILAR, KAHVENİN HALÜSİNATİF ETKİLERİNİ KEŞFETTİKLERİNDE, komşularının da bunu fark etmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Söylentilere bakılırsa, ilk olarak kuzeydeki zalim Mısırlılar bağımlı hale gelmişti. Hatta bazı aşırı heyecanlı akademisyenler, Truvalı Helen’in “ıstırabını dindirmek” için içtiği Mısır’ın efsanevi ilacının, Frappuccino13’nun çok eski bir türü olduğunu öne sürmüştür.

      Fakat kahve çekirdeğinin Harar’dan çıktığı yolculuğun ana istikameti doğudaki Kızıldeniz’di. Buradan da bugün Yemen’de bulunan, günümüzde Muha Limanı olarak bilinen limana gemiyle gönderiliyordu. İlk bin yılda Harar ve el-Muha hattında ticaret bir hayli gelişmişti. Çoğunlukla devekuşu tüyleri, gergedan boynuzu ve kaplumbağa kabuğu ticareti yapılıyordu. Yani temel ihtiyaçlar. Tabii, bir de köleler. Arapların köle tüccarlığı konusundaki kötü namı her yere yayılmıştı ve zanj dedikleri kurbanlarını bulmak için bu bölgede dolaşıyorlardı. Zanjlar, Arapları ya da en azından Arap tatlılarını çok seviyorlardı. Ortaçağda yaşamış Arap yazar Kitab el Agail el-Hind’e göre, “Zanjlar [Araplara] secde edip onlara ‘Ey hurmalar diyarının yüce insanları, size selam olsun!’ şeklinde seslenerek [Arapları] gözlerinde büyütüyorlardı. (…) Zira bu ülkeye seyahat edenler, zanjların çocuklarına tatlı hurmaları gösterip onları istedikleri yere çekerek ele geçirdikten sonra kendi ülkelerine kaçırırlar.”

      Bin yıl önce köle kafilelerinin Harar’dan Kızıldeniz kıyısına ulaşması yirmi gün sürüyordu. Türk haremlerine gidecek oğlanlar yol üzerinde hadım ediliyordu. Tutsakların da en az yarısı yolda ölüyordu. Onlardan arda kalanlarla da kahve ağaçları filizleniyordu.

      Benim Kızıldeniz yolculuğum sadece üç gün sürmüştü. Önce Harar’dan ülkenin tek demiryolunun yakınında bulunan Dire Dawa kasabasına otostop çekerek gittim. Kaplaması yırtık pırtık, pis ve eski moda yatar koltuklarıyla (en azından birinci sınıfta böyleydi) 1900’lerin başında popüler olmuş bebek mavisi Fransız şimendiferi bir gün gecikmişti, fakat beklememe değmişti. Mekanik arızalar on iki saatlik yolculuğu iki günlük bir çileye dönüştürmüştü. Hindistan’daki bir yılımın üzerinden çok geçmemişti, dolayısıyla bu tür gecikmeler bana son derece olağan geliyordu. Sadece gözlerimi kapatıp ölü taklidi yapmıştım (belki de sadece bunu diliyordum).

      13. yüzyılda Müslüman bir seyyah olan İbn-i Batuta’nın, “dünyanın en pis, en rahatsız edici ve en kokuşmuş kasabası” olarak tanımladığı ve bölge halkının deve eti sevdiği Cibuti Limanı’na varmıştık. Bugün Cibuti teknik açıdan bir ülkedir. Aslında barlar ve genelevlerle dolup taşan abartılmış bir Fransız askeri garnizonu da diyebiliriz. Soğuk bir şeyler içmek için soluğu bir kafede aldım.

      “İngilizce biliyor musun?” Ekose etek giymiş göbekli bir adam, bir kanga14, yan masaya oturdu. “Tu parles français?”15

      “Evet.”

      Şapkamı inceliyordu. “Ooo! Amerikalı bir adam. Güzel! On iki dil biliyorum,” dedi. “Dünyadaki tüm limanlara yelken açtım: Kahire, İskenderiye, Venedik, New York, Atina, Sidney, Hong Kong…”

      Liste devam ediyordu. Adam emekli bir denizciydi.

      “İşte bu yüzden Cibuti’ye döndüm. Sen burayı beğendin mi?” Yüzümü ekşiterek sırıttım. “Neden buraya geldin?” diye sordu.

      El-Muha’ya giden bir gemi aradığımı söyledim.

      Şaşkınlıkla bana baktı. “El-Muha mı? Neden oraya gidiyorsun?”

      “Kahve için.”

      “Kahve için Yemen’e gidiyorsun yani,” diyerek bardaki kalabalığa bunu tercüme etti. Herkes kahkahaya boğuldu. “Bugünlerde oraya pek gemi gitmiyor dostum.”

      Adam, daha dün Eritre’nin, iki ülkenin ortasında kalan Yemen’e ait bir grup adayı işgal ettiğinden bahsetti. Kızıldeniz iki tarafın da ordularıyla doluydu ve söylentilere göre Yemen hava kuvvetleri şüpheli görünen gemileri bombalıyordu.

      “Ama sen şanslısın. Arkadaşımın gemisi bugün kalkıyor. Bu gemi için iki hafta boyunca bekleyenler oldu ve bombalar onların umurunda bile değil. Eğer istiyorsan acele etmelisin!”

      Arkadaşının gemisi, parlak boyalı gövdesi uzun zaman önce griye dönmüş 9 metre uzunluğunda bir tekneydi. Teknenin arka tarafına doğru bir çeşit kulübe ve basit bir direk (yelkeni olmayan) vardı, başka da bir şey yoktu. Radyo, lamba ve herhangi bir acil durum donanımı da yoktu. Tuvalet, okyanusun üzerinde asılı duran bir kutuydu. Güverte bile yoktu, sadece 15 Somalili mültecinin üzerinde sağa sola yayıldığı yeşil bir branda altında küfeler vardı.

      Fakat tekne yüzer haldeydi. Kaptan Abdou Hager’le otuz dolara hızlı bir anlaşma yaptık. Tekneye atladım ve beş dakika sonra, Qasid Karin iskeleye bağlı halatların üzerindeki fareleri silkeledi ve denize açıldı. Güneşin yoğun altın rengi ışınlarını tüm göğe yayarak gözden kaybolduğu vakitteydik. Deniz, koyu mora dönmüştü. Ertesi gün Yemen’de olacağımı düşünüyordum. Limanın ağzına vardığımızda tekne yavaşladı. Bir şapırtı sesi geldi ve motor durdu.

      “Aşırı rüzgâr var,” dedi yanımda duran on dört yaşındaki Somalili delikanlı. “Yarın gidiyoruz.”

      Adı Muhammed’di. Muhammed ve kız kardeşi, savaş sona erene kadar akrabalarıyla birlikte yaşamak üzere Yemen’e gönderiliyordu. Aşırı iri kadınsı gözleri ve bükük dudakları olan ince, uzun boylu bir oğlandı ve bence güzeldi. Eğer bir kadın gibi giyinmiş olsaydı, onu genç bir kız sanabilirdim. Amerika’da Somali’deki gibi diktatörler olup olmadığını sordu. Tabii var dedim, tüm büyük yerlerin diktatörleri olmuştur. Muhammed ve kız kardeşi Ali şaşkın görünüyordu. Amerikalı diktatörlerin tankları ve silahlarının olup olmadığını sordular. Pek tankları olmadığını, fakat bir sürü silahları olduğunu söyledim. Amerika’daki pek çok mahallenin Mogadişu’dan farksız olduğuna onları inandırdım.

      Birkaç dakikalık sohbetin ardından çok az İngilizce bilen Muhammed (yine de İngilizcesi benim Somalicemden iyiydi) bana bir hediye verdi.

      Bir tomar Somali şilinini ellerime koyarak “Bunu almanı istiyorum,” dedi. “Al.”

      Kabul etmedim. Somalili mülteciler Amerikalı turistlere nakit para vermemeli. Tam tersi de geçerli. Benim de ona karşılık olarak bir avuç dolusu Amerikan doları vermek gibi bir niyetim kesinlikle yoktu.

      “Hayır, hayır, hayır,” dedim. “Bunu yapmamalısın.”

      “Evet, evet.” Parayı elime tekrar sıkıştırdı. “Al.”

      “Burada çok para var,” dedim. On beş bin Somali şilini vermişti. “Bunu alamam. Sen delirmiş olmalısın.”

      İngilizcesi daha iyi olan bir Etiyopyalı araya girdi. Somali hükümeti çökmüştü ve para değersizdi. Kâğıt parçalarını isteksizce kabul ettim. Hediyesinin değersiz olduğunu düşünüp öyle kabul etmiş olmam Muhammed’i şaşırtmıştı.

      Ali de en çok, Yemen’de peçe takmak zorunda kalacağı için endişeliydi. Elbisesinin kenarıyla alaycı bir şekilde suratını örttü.

      “Kötü, kötü,” dedi. “Ülkemde böyle değil.”

      Yüzü, Arap ve Afrikalı çehresinin harika bir karışımıydı. Bana sürekli çay ve bisküvi ikram ediyordu. Ben



<p>13</p>

Starbucks tarafından satılan buzlu kahvenin ticari markası. (e.n.)

<p>14</p>

Sudanlı etnik bir grubun üyesi. (ç.n.)

<p>15</p>

Fr. “Fransızca biliyor musun?” (ç.n.)