Название | Azla Mutlu Olmak |
---|---|
Автор произведения | Фрэнсин Джей |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-9851-84-8 |
Bu soruları sorarken muhtemelen iki alt kategoriye ait eşyaya denk geleceksiniz; bunlardan biri “başka eşyaların eşyaları”dır. Ne demek istediğimi anladınız – bazı eşyalar kendi kendilerine başka eşyaları biriktirirler: aksesuvarlar, kullanım kılavuzları, temizleyiciler, eşyalara eşlik eden, onları sergileyen, barındıran ve düzelten eşyalar. Burada ortalığı toparlamak için büyük bir olanak var: Atılan bir eşya, temizlik çığı yaratabilir.
İkinci alt kategori “başkalarının eşyaları”dır. Bu biraz nazik bir konu. Çocuklarınız (küçük olanlar) dışında, başkalarının eşyaları üzerindeki otoriteniz gayet kısıtlıdır. Eğer bu kardeşinizin bodrumda saklamanızı istediği kanoysa –ve on beş yıldır geri istemediyse– meseleyi ele alma hakkınız doğmuştur (elbette kanoyu hemen almasını rica edeceğiniz bir telefon görüşmesinden sonra). Ancak bunlar eşinizin hobi malzemeleri yığını ya da ergen çocuğunuzun eski bilgisayar oyunlarıysa, daha diplomatik bir tutum takınmakta yarar vardır. Şansınız varsa ortalığı temizlemeniz bulaşıcı bir etki yapar ve diğerleri de kendi eşyalarıyla ilgilenmeye başlar.
Şimdilik sadece ortalıkta gezinin ve eşyalarınızı tanıyın: Bu yararlı bir şey, bu güzel, buysa başkasına ait. (Çocuk oyuncağı!) Şimdilik ortalığı temizlemeyi dert etmeyin, kısa sürede oraya geleceğiz nasıl olsa. Elbette yararsız, çirkin ya da tanımlanamayan bir şeye denk gelirseniz hiç durmayın, işe koyulun ve yallah deyin!
2. Siz Sahip Olduğunuz Şey Değilsiniz
Pazarlamacıların inanmanızı istediğinin aksine siz, sahip olduğunuz şey değilsiniz. Siz sizsiniz ve şeyler de şeylerdir; tam sayfa dergi reklamının ya da uyanık bir tüccarın size söylemeye çalıştıklarının aksine, hiçbir fiziksel ya da matematiksel simya bu sınırları değiştiremez.
Yine de arada sırada reklamcının tuzağına düşeriz. Bu nedenle, sahip olduğumuz eşyalar arasında üçüncü bir alt kategoriyi teşhis etmeliyiz: “arzu eşyaları”. Bunlar başkalarını etkilemek ya da kendi “fantezi”lerimizi tatmin etmek için satın aldığımız şeylerdir – bilirsiniz, on kilo daha zayıf olan, dünyayı gezen, partilere katılan ya da rock grubunda çalan insan fantezisi.
Kabul etmekte gönülsüz olabiliriz ama muhtemelen sahip olduklarımızın çoğunu belli bir imgeyi yansıtmak için almışızdır. Arabaları ele alalım örneğin. A noktasından B noktasına ulaşım ihtiyacımızı basit bir otomobille kolayca tatmin edebiliriz. Peki o halde neden lüks bir otomobil için iki, hatta üç katını ödüyoruz? Çünkü otomobil üreticileri, otomobillerin, kendimizin, kişiliğimizin ve kurumsal dünyadaki ya da toplumsal hiyerarşideki yerimizin yansıması olduğuna bizi ikna etmeleri için reklam ajanslarına çuvalla para ödüyorlar.
Elbette burada bitmiyor. Tüketim ürünleriyle özdeşlik kurma dürtüsü hayatlarımızda daha derinlere ulaşır – ev seçimlerimizden onların içine koyduklarımıza kadar. Çoğu insan, küçük, sade bir evin barınma ihtiyacımızı tatmin etmeye fazla fazla yeteceği konusunda hemfikirdir (özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki evlerle karşılaştırılınca). Ancak arzu pazarlamacıları, bir ebeveyn yatak odası, her çocuk için bir yatak odası, onlara ayrı banyolar ve profesyonel cihazlarla dolu mutfaklara “ihtiyaç” duyduğumuzu buyururlar – aksi durumda pek de “başaramamış” sayılırız. Metrekare bir statü sembolü olur ve doğal olarak daha büyük bir evi doldurmak için daha fazla kanepeye, sandalyeye, masaya, ıvır zıvıra ve diğer eşyalara ihtiyaç duyulur.
Kitlesel iletişim çağında minimalist olmak kolay değil.
Reklamlar, kendimizi giysilerimiz aracılığıyla tanımlamaya da cesaretlendirir bizi – tercihen de marka giysilerle. Tasarımcı etiketleri giysilerimizi daha sıcak, çantalarımızı daha sağlam ya da hayatlarımızı daha göz alıcı kılmazlar. Dahası trend belirleyen bu tür şeyler, satın alındıktan dakikalar sonra moda olmaktan vazgeçer gibi görünürler – dolaplarımızsa bir gün tekrar moda olur diye umduğumuz kıyafetlerle dolar taşar. Gerçekte çoğumuzun şöhretlerle aynı ebatta dolaplara ihtiyacı yoktur, çünkü giysilerimiz ve aksesuvarlarımız asla kitlelerin dikkatini çekmeyecektir. Yine de pazarlamacılar bizi sahne ışıklarının altında yaşadığımıza ve buna uygun giyinmekle iyi yapacağımıza ikna etmeye çalışırlar.
Kitlesel iletişim çağında minimalist olmak kolay değil. Reklamcılar bizi sürekli maddi birikimin başarının ölçütü olduğu mesajıyla bombardımana tutuyorlar. Sömürdükleri olgu, statüyü satın almanın onu kazanmaktan çok daha kolay olmasıdır. “Çok, iyidir”, “Başarana kadar başarmış gibi yap”, “İnsanı gösteren kıyafetidir” sözlerini ne kadar sık duyarız. Bize söyledikleri daha fazla eşyanın daha fazla mutluluk demek olduğudur, oysa daha fazla eşya çoğunlukla daha fazla baş ağrısı ve borç anlamına gelir. Tüm bu eşyaların satın alınması kesinlikle birilerinin işine yarıyor… ama o birileri, biz değiliz.
Gerçeği söylemek lazım, eşyalar bizi olmadığımız bir şeye dönüştüremez. Pahalı kozmetikler bizi süper model yapmaz, alengirli bahçe aletleri bizi bitki uzmanı kılmaz ve son model fotoğraf makineleri bizi ödüllü fotoğrafçı haline getirmez. Yine de bir şey vaat eden ürünleri satın almaya ve elimizde tutmaya kendimizi zorunlu hissederiz – mutluluğumuzu, güzelliğimizi ve zekâmızı artırma, daha iyi bir ebeveyn ya da eşe dönüştürme, daha fazla sevilme, daha düzenli ya da yetenekli kılma vaatleridir bunlar.
Ama şunu düşünün: Bu şeyler henüz verdikleri sözü tutmadılarsa, belki de onlardan kurtulma zamanı gelmiştir.
Aynı şekilde, tüketim nesneleri deneyimin yerini tutmaz. Eğer gerçekten aradığımız şey ailemizle geçireceğimiz nitelikli zamansa, kamp malzemeleri, spor ekipmanları ve havuz eşyalarıyla dolu bir garaja ihtiyacımız yoktur. Şişirilebilir ren geyiği ve hediye yığınları neşeli bir bayram günü yaratmazlar, ama sevdiklerimizle bir araya gelmek bunu sağlar. Yün ipliklerden dağlar, yemek kitapları yığınları ve kutular dolusu sanat malzemesi otomatik olarak bizi bir örgü ustası, şef ya da yaratıcı dâhi haline getirmez. Faaliyetlerin kendileri –malzemeler değil– eğlence ve kişisel gelişim için asıldır.
Benzer şekilde geçmişimizden bazı şeylerle de kendimizi özdeşleştirir ve kim olduğumuzu ya da ne başardığımızı kanıtlamak için belli şeylere tutunuruz. Çoğumuzda hâlâ amigo üniformaları, okul adı yazılı süveterler, yüzme kupaları ya da çoktan unutulmuş okul yıllarından defterler bir yerlerde duruyordur. Bunları elimizde tutmayı, başarılarımızın kanıtları olduklarını söyleyerek (sanki dersten geçtiğimizi kanıtlamak için matematik testlerimizi bulup çıkarmaya ihtiyacımız varmış gibi) rasyonelleştiririz. Ancak bu eşyalar genellikle bir kutunun içine tıkıştırılmış şekilde durduklarından kimseye bir şey kanıtlayamazlar. Eğer durum buysa, geçmişteki size ait kutsal emanetleri özgür bırakmanın zamanı gelmiştir.
Eşyalarımızı eleştirel bir gözle inceledikçe, bunların ne kadarının anı olduğunu, ne kadarının gelecek umutlarımızı temsil ettiğini ya da ne kadarının kendi hayali benliklerimize ait olduklarını görerek şaşırırız. Ne yazık ki mekânımızın, zamanımızın ve enerjimizin gerekenden fazlasını bu şeylere ayırmak bugünü yaşamamıza engel olur.
Bazen belli şeyleri atmanın kendimize ait bir parçayı atmaya eşdeğer olmasından korkarız. O kemanı ne kadar nadiren çalsak ve o gece kıyafetini hiç giymemiş olsak da, onları attığımız anda virtüöz olma ya da sosyalleşme şansımızı ortadan kaldırmış olacağız. Ve Tanrı korusun, eğer o lise kepini atarsak hiç mezun olmamış gibi oluruz.
Unutmamak gerekir ki hatıralarımız, düşlerimiz ve hırslarımız nesnelerin değil bizim