Название | Pirinç Şişe |
---|---|
Автор произведения | F. Anstey |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 9786258361131 |
Pirinç Şişe
Thomas Anstey Guthrie, kitaplarını F. Anstey takma adıyla yayımlatan Thomas Anstey Guthrie, 8 Ağustos 1856-10 Mart 1934 yılları arasında yaşamış İngiliz roman yazarı ve gazetecidir. Londra’nın Kensington bölgesinde, orgcu ve besteci Augusta Amherst Austen ve Thomas Anstey Guthrie’nin çocuğu olarak dünyaya geldi. Eğitimini Londra’daki King’s College ve Cambridge’deki Trinity Hall’da tamamladıktan sonra 1880 yılında baroya kaydoldu. Ancak 1882 yılında yazdığı karmakarışık bir dönüşüm hikâyesi olan ve bir babanın okul çağındaki oğlunun yerine geçmesini konu alan Vice Versa isimli öyküsünün getirdiği popülerliğin ardından bir anda özgün bir güldürü yazarı olarak ün kazandı. 1883 yılında The Giant’s Robe adlı ciddi bir roman yayımladı; ancak roman ne kadar mükemmel olsa da (1889’da yazdığı The Pariah ile) halkın onu güldürü yazarı olarak görmekte ısrarcı olduğunu keşfetti. The Black Poodle (1884), The Tinted Venus (1885), The Fallen Idol ve diğer eserleriyle bu alandaki ünü daha da doğrulanmış oldu. Guthrie ayrıca, kamuoyuyla ve Burglar Bill adlı kitabın parodilerini ezberden anlatmasıyla en iyi çalışmasını ortaya koyduğu Punch dergisinde önemli bir üye haline gelmişti. Punch’ta çıkan bir hikâyesine dayanan The Man from Blankleys isimli başarılı kaba güldürüsü, ilk kez 1901’de Londra’daki Prince of Wales Tiyatrosu’nda sergilenmiştir. Sonrasında Only Toys (1903) ve Salted Almonds (1906) adlı eserlerini yazmıştır. Anstey’nin hikâyelerinin çoğu tiyatro ve sinemaya uyarlanmıştır.
Ezgi Uğur, 1995 yılında Kastamonu’da doğdu. Çocukluk yıllarından beri yabancı kültürlere olan ilgisini sürdürerek lise öğrenimini dil bölümünde tamamladıktan sonra İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi’nde İngilizce-Fransızca-Türkçe Mütercim Tercümanlık bölümünden mezun oldu. Bugün İngilizce ve Fransızca dillerinin yanı sıra İspanyolca öğrenmeye devam etmekte, serbest çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.
I
Horace Ventimore Komisyoncu Oluyor
“Altı hafta, sadece altı hafta önce bugün!” dedi Horace Ventimore hafif yüksek sesle kendi kendine ve saatini çıkardı. “On iki buçuk, saat on iki buçukta ne yapıyordum?”
Westminster’daki Great Cloister Sokağı’nda bulunan ofisinin penceresinde otururken şimdi çok uzak ve telafisi olmayan, ağustos ayındaki o olağanüstü sabaha geri gitti. Tam bu saatlerde, bisiklet turu sırasında zihninde bir ampul yakan, Normandiya’nın küçük kaplıcası St. Luc-en-Port’un tek hanı olan Hôtel de la Plage’ın balkonunda onu görmeyi bekliyordu.
Manzara olduğu gibi ayaklarının altındaydı; yemyeşil suyun üzerinde uyuyan kayalıkların mosmor gölgesinin düştüğü minik koy, yarım saat önce üzerinden atladığı dalış tahtasına hafif hafif vuran dalgaların yükselişi… Şamandıraya doğru uzun süre yüzdüğünü, giyinip hanın terasına çıkan dik patikayı tırmanırken içindeki coşkulu bekleyişi anımsadı.
Çünkü o keyifli günün geri kalanını Sylvia Futvoye’la geçirecekti. Birlikte bisiklete binecek (elbette yanlarında başka insanlar da olacaktı ama onlar sayılmazdı), bisikletleriyle Veulettes’e gidip kayalıkların altında piknik yapacak ve yine birlikte, tatlı bir kokunun hüküm sürdüğü alacakaranlıkta yamaçların üzerinden geçerek mor renkli sımsıcak bir gökyüzüne karşı kavakların veya altın gibi parlayan mısır tarlalarının arasından geri döneceklerdi.
Şimdi ise birdenbire onu ele geçiren özlemin korkusuyla, kendini hanın önündeki çakıllı avluya yönelirken buluvermişti. Avluda Profesör Futvoye ve karısını randevu yerine götüreceği hafif eğimli küçük inek arabasından başka bir şey yoktu.
Sonunda havalı pembe bluzu ve krem rengi eteğiyle dikkatleri üzerine çekecek kadar güzel olan Sylvie göründü. Diğerlerinden nispeten daha az mükemmel olan o unutulmaz gün boyunca ne kadar kibar, arkadaş canlısı ve hoştu. Şimdi bunların hiçbirinden eser kalmamıştı.
Bazı çekinceleri olduğu doğruydu. Yaşlı Futvoye, Mısır sanatı ve eski doğu medeniyetlerine ait elyazmaları üzerine bitmek tükenmek bilmeyen araştırmalarıyla zaman zaman biraz sıkıcı olabiliyordu. Yine de Horace tüm bunlara son derece ilgili görünmekten yanaydı çünkü onu etkilemenin akıllıca olacağını düşünüyordu. Profesör çok bilge bir arkeologdu ve ilgisini çeken konularda bilgiyle dolup taşıyordu ancak bu bilgilerin kaynağı başka birinin babası olsaydı, Horace’ın çivi yazısıyla Aramice veya Kûfi ve Arapça yazıtlar arasındaki ayrım konusunda çok daha az meraklı davranması muhtemeldi. Ayrıca bu tür samimiyetsizlikler, samimiyetin kanıtlarıydı.
Böylece Horace, kendine eziyet eden bir hünerle, zihninde Normandiya tatiline dair çeşitli görüntüler canlandırdı; soluk mavi renkli panjurları ve samanla örtülü çatılarından sarkan sazlıklarıyla küçük, yarı ahşap kulübeler; koyu yeşil kayın ağaçlarının arkalarındaki köy kiliselerinin tepeleri; üstündeki yumuşak çimlerle korkunç bir tezatlık oluşturan toprak ve hardal tonlardaki kayalıklar; gök cevher ve malakit renkli denizin arkasında sakince otlayan, iple bağlanmış siyah beyaz inekler ve bu görüntülerin her birine eşlik eden Sylvia’ya yakın olmanın verdiği his ve onun sesinin kulaklarındaki tınısı… Peki ya şimdi? Bu düşüncelerle kafasını masadaki kâğıtlardan ve resim muşambalarından kaldırıp ofis olarak kullandığı küçük tablalı odanın duvarlarındaki çerçevelenmiş krokilere, fotoğraflara, gönyelere, T cetvellerine baktı. Etrafındakilere içerlemişti. Pencereye doğru dönüp bir zamanlar manastır sınırları içinde yer alan, çınar ağaçlarının sararmış dallarının üzerindeki paslı çivileri gerdiği, chevaux-de-frise’in1 üstünde yükselen, uzun ve çürümüş bir duvarın keyifli manzarasını izlemeye başladı.
Horace’ın aklı başka yere kaymıştı, “Bana bakmaya gelirdi,” diye geçirdi aklından. “O son gün, yanıma gelebilirdi… Hem ailesi buna karşı gelecek gibi durmuyordu. Annesi şehre döndüğümüzde onlara uğramamı söyledi, oldukça içtendi.
“Uğradığımdaysa…”
Onlara gittiğinde farklı bir şey hissetti. Bu konuşma, Avrupa’daki bir kaplıcada başlayan bir tanışıklığın alışılagelmemiş şekilde devam etmesi gibi değildi. Neyin farklı olduğunu tanımlamak zor olsa da bir fark olduğu aşikârdı. Bayan Futvoye’da, hatta Sylvia’da bile bir resmiyet ve baskı hâkimdi. Demek ki her arkadaşlığın Manş Denizi’nden sağ çıkması mümkün olmuyordu. Böyle düşününce yüreğindeki acı dinmişti ama bundan sonra adım atacak tarafın onlar olması gerektiğinin farkındaydı. Onu yemeğe davet edebilir ya da tekrar ziyarete gelmesini teklif edebilirlerdi. Aradan bir ay geçmesine rağmen hiçbir şey yapmamışlardı. Her şey bitmişti.
“Zaten,” dedi kendi kendine şen bir kahkaha atarak, “Böyle olması normal. Bayan Futvoye muhtemelen mesleğimle ilgili araştırmalar yapıyordu. Böylesi daha iyi oldu. Kendime bir iş bulamadıkça evlenmek için ne kadar şansım olabilir ki? Doğru dürüst bir adam olmak için iş bulmalıyım. Hem sadece Sylvia değil, başka bir kadından da benimle evlenmesini istemeye hakkım yok. Onu biraz daha görme şansım olabilseydi, daha baştan çıkarıcı davranmam gerekirdi. Zaten o, benim gibi doğuştan talihsiz bir dilenciye göre değil. Neyse, sızlanmak bir işe yaramayacağına göre en iyisi Beevor’ın son performansına bir göz atalım.”
Köşesinde “Mimar William Beevor” yazan büyük ve renkli bir projeyi masanın üzerine serdi ve takdir eden bakışlarla incelemeye başladı. “Beevor başarı merdivenlerini teker teker tırmanıyor,” dedi kendi kendine. “Tanrı şahidimdir ki onun başarısını kıskanmıyorum. Mimaride gaddar bir tutum oluşturmasına ve bundan memnun görünmesine rağmen iyi bir adam. Ben kimim ki burnum havada olsun? O başarılı, ben değilim. Lakin ondaki fırsatlar bende olsaydı, kimbilir neler yapardım!”
Şunu belirtmek gerekir ki durum asla beceriksiz birinin alışılageldik şekilde kendini kandırması değildi. Ventimore gerçekten ortalamanın üzerinde yetenekliydi. Daha iyi koşullara sahip olabilse, ideallerini herkese tanıtmış ve hırslarına ulaşmış olabilirdi.
Ancak kendini fark ettirme konusunda çabalamak için fazla gururlu olmasının yanı sıra, çok aktif biri değildi ve talihsizlikler bugüne kadar hiç peşini bırakmamıştı. Bu yüzden şu an tek yaptığı, ofisi ve kâtibi ortak kullandığı Beevor’a ihtiyacı olduğu takdirde küçük şeylerde yardımcı olmaktı. Mecburen içinde bulunduğu bu yarı aylaklığın
1
Ortaçağda yaygın olarak süvari saldırılarına karşı kullanılan ahşaptan sabit ve hareketli tahkimattır. (ç.n.)