Название | Arthur Gordon Pym’in Öyküsü |
---|---|
Автор произведения | Эдгар Аллан По |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-99846-5-0 |
Şüphesiz, Augustus’un gizli kalmamı istemesi için çok önemli sebepleri olmalıydı. Fakat kafamda bu sebeplerin ne olabileceğine dair yaptığım bin türlü tahmine rağmen, henüz bu esrarengiz olaya tatmin edici bir çözüm bulamamıştım. Geçidin kapağına yaptığım son yolculuktan sonra ve köpeğimin tuhaf davranışları dikkatimi dağıtmadan önce, ne olursa olsun gemidekilere kendimi duyurmaya karar vermiştim. Eğer bunu başaramasam bile, bir yolunu bulup güverteye çıkacaktım. Çaresizliğim had safhadayken kafamda kurduğum bu iki olasılık, bana dayanmam ve kendimi bırakmamam için cesaret veriyordu. Fakat notta okuduğum kelimeler, içimdeki son dayanma gücünü de öldürmüştü. İşte şimdi her şey bitmişti; artık umutsuzluğun pençesinde felç olmuş bir şekilde kendimi şilteye attım ve orada öylece, bir gün bir gece boyunca sayıklamalarla ve ara sıra hissettiğim bilinç kıpırtılarıyla âdeta komada kaldım. Nihayet tekrar kendime geldiğimde, bütün benliğimi sarmış olan korku verici düşünceler hâlâ benimleydi. Bir yirmi dört saat daha su içmeden hayatta kalabilmem çok zayıf bir olasılıktı ve ötesi yoktu bunun. Esaretimin ilk safhasında Augustus’un bıraktığı alkollü içkileri canımın çektiği gibi tüketmiştim, ama bunlar susuzluğumu gidermek bir yana, ateşimi daha da alevlendirmişti. Şimdi kala kala kuvvetlice bir şeftali liköründen bir yudum kalmıştı, ki bu da midemin isyan ettiği berbat bir şeydi. Sosisler tamamen tükenmişti, jambondan da geriye biraz derisinden başka pek bir şey kalmamıştı. Peksimetlerin bir tanesinin parçaları hariç, hepsi Tiger tarafından halledilmişti. Bütün bunlar yetmezmiş gibi başımın ağrısı anbean şiddetleniyordu ve bunun etkisiyle, ilk uykuya daldığımdan beri beni rahatsız eden sayıklama ve hezeyan hâlleri giderek daha çok bastırıyordu. Saatler ilerledikçe artık zorlukla nefes alıp verebiliyordum ve bunu her deneyişimde göğsüme giren ağrı ve kasılmalar dayanılmaz olmaya başlamıştı. Fakat bunlardan başka bana huzursuzluk veren bir şey daha vardı ki sonunda kendimi zorlayarak şilteden kalkmama neden olan esas sebepti bu. Köpeğimin şimdi iyice tuhaf hareketlerde bulunmaya başladığını hissetmiştim.
Köpeğimin davranışlarındaki değişimi ilk defa fosforla yaptığım son deneme sırasında fark etmiştim. Ben fosforlu kâğıdı ovaladıkça o da burnunu elime sürtüyor ve hafifçe hırıldıyordu. Fakat o andaki heyecanımdan dolayı bunu pek önemsememiştim. Sonrasında hatırlanacağı gibi, kendimi büyük bir yorgunlukla yatağa atmıştım. Böylece yatarken kulağımda garip bir tıslama sesinin farkına vardım ve biraz sonra bunun kulağımın dibinde kesik kesik soluyup inleyen Tiger’dan geldiğini keşfettim. Gözleri karanlıkta ateş gibi parlıyor ve müthiş bir şekilde heyecanlanmış gibi gözüküyordu. Kendisiyle konuşmaya çalıştım; cevap olarak yavaşça homurdandı ve sonra tekrar sakinleşti. Hemen sonrasında yine uykuya yenik düşmeme rağmen, fazla zaman geçmeden Tiger aynı tuhaf davranışlarıyla beni uyandırdı. Bu böyle birkaç kez yinelendikten sonra, sonunda köpeğimin bu anlaşılmaz hâli beni iyiden iyiye korkuttuğundan ister istemez tamamen uyanmak zorunda kaldım. Tiger, şimdi sandığın önüne yakın bir yerde uzanmış yatıyor ve alçak sesle olmasına rağmen korkutucu bir biçimde hırlayıp, sanki şiddetli bir spazma girmiş gibi dişlerini gıcırdatıyordu. Eminim ki susuzluk ya da odanın kapalı ortamı onu sonunda delirtmiş ve bu tehlikeli hâle sokmuştu. Ne yapacağımı bilmez bir hâlde kala kalmıştım. Köpeğimi öldürme düşüncesi dayanılmaz bir ızdıraptı, fakat öyle bir durumdaydım ki bunu yapmam kendi güvenliğim için şart gibi gözüküyordu. Gözlerinin üzerime kilitlendiğini seçebiliyordum ve yüzünde öylesine öldürücü bir düşmanlık ifadesi vardı ki üzerime saldırması an meselesiydi. Sonunda bu tehlikeli duruma dayanamayarak ne olursa olsun sandıktan çıkmaya karar verdim. Tiger’ın çıkışımı engellemesi hâlinde onu öldürmekten başka çarem kalmamıştı. Çıkmak için direkt olarak gövdesinin üzerinden geçmem gerekiyordu ki o da sanki amacımı önceden anlamış gibi ön ayaklarının üzerinde doğrularak (Bunu gözlerinin pozisyonunun değişmesinden anlamıştım.), karanlıkta kolayca seçilebilen yırtıcı dişlerinin tamamını ortaya çıkarmıştı. Kalan jambon tulumunun içinden kalan parçayla, likör bulunan şişeyi ve Augustus’un bıraktığı büyük bıçağı üzerime aldım ve pelerinime mümkün olduğunca sarınarak sandığın ağzına doğru hareket ettim. Adımımı attığım anda köpek büyük bir homurtuyla sıçrayarak boğazıma doğru atıldı. Gövdesinin bütün ağırlığının sağ omzuma çökmesiyle, sola doğru kaykılarak şiddetle yere yapışırken, kudurmuş hayvan tamamıyla üzerimden geçmişti. Düşerken dizlerimin bükülmesiyle kafam battaniyelerin içine gömülmüş, bu da beni ikinci ölümcül saldırıdan korumuştu. Battaniyelerin üstündeki keskin dişlerin delice bir kuvvetle boynumun etrafında dönüp durduğunu hissedebiliyordum. Fakat şanslıydım, çünkü battaniyenin katları dişlerin geçmesine engel olmuştu. Umutsuzluk beni iyice cesaretlendirmişti, fırlayarak köpeği üzerimden al aşağı ettikten sonra battaniyeleri peşim sıra sürükledim ve bunları dönerek köpeğin üzerine attım; hemen sonrasında kendini kurtarmasına fırsat vermeden kapıdan çıkarak, beni izlemesi olasılığına karşı kapağı üstüne iyice kapattım. Fakat ne yazık ki bu mücadele esnasında üzerimdeki jambon parçasını düşürmüştüm ve şimdi bütün erzakım içinde bir yudum likör bulunan şişeden ibaretti. Bu düşünce aklımdan geçerken, böyle durumlarda şımarık bir çocuğun gösterebileceği cinsten delice bir davranışla şişeyi başıma diktim ve son damlasına kadar içtikten sonra hızla yere çarparak paramparça ettim.
Parçalanmanın yankısı henüz geçmeye başlamıştı ki dümen yönünden zayıf, fakat sürekli bir sesin ismimi çağırdığını duydum. Bu ses beni öyle yoğun etkilemiş ve duygularımı öyle allak bullak etmişti ki bu beklenmedik çağrıya karşılık vermek için ağzımı açarak seslenmeye çalıştım. Ama boşunaydı, konuşabilme yeteneğim tamamen bitmişti sanki. Arkadaşıma cevap vermemem hâlinde beni ölmüş kabul edebileceğini ve bana ulaşmaya çalışmadan geri döneceğini düşünerek panik ve dehşet içinde kalmıştım. Hemen sandığın önünde duran birkaç kasanın arasında ayağa kalktım ve bir felçli gibi sarsılarak nefes nefese, ağzımdan bir söz çıkarabilmek için kendimle büyük bir mücadeleye giriştim. Gırtlağımdan çıkacak bir hece belki de kurtuluşum demekti, ama başaramadım bunu. Keresteler arasında bir yerlerde benim tarafıma doğru hafif bir kıpırdanma duyuluyordu şimdi. Ses gittikçe zayıflıyor ve yavaş yavaş daha da azalıp ölgünleşiyordu. Tanrım, o anda hissettiklerimi unutabilmem mümkün mü? Arkadaşım -biricik dostum-gidiyordu… Hayatım ellerindeydi ve o beni burada kaderime terk ederek, korkunç ve iğrenç bir zindanda mahvolmama göz yumarak gidiyordu! Üstelik tek bir sözcük, bir küçük hece beni kurtarabilirdi, fakat söyleyememiştim onu, gırtlağımdan çıkmamıştı. Eminim ki o anda yaşadığım acı, ölümün kendi acısından yüz bin kat daha şiddetliydi. Beynim durmuştu ve perişan bir hâlde sandığın önüne yığıldım.
Ben yere kapaklanırken, sarsıntının etkisiyle pantolonumun kemerinden çıkan büyük et bıçağı takırtılar çıkararak yere düşmüştü. Aman Tanrım, bu ses sanki kulaklarımda şimdiye kadar duymadığım şahane bir müzikti; endişeyle pür dikkat kesilerek gürültünün Augustus üzerinde nasıl bir etki yapacağını dinledim. Kesinlikle biliyordum ki adımı çağıran bu şahıs Augustus’dan başka birisi olamazdı. Birkaç dakika ortalıkta çıt çıkmadı. Arkasından tekrar aynı kelimeyi duydum: “Arthur!” Hafif ve tereddüt dolu bir sesti bu. Beni yeniden hayata döndüren ümit duygusuyla sesim geri gelmişti ve şimdi avazım çıktığı kadar coşkuyla bağırdım: “Augustus! Oh, Augustus!” “Sus sus, Tanrı aşkına, yavaş ol biraz.” diye cevapladı korkudan titreyen sesiyle. “Odadan içeri girer girmez hemen yanındayım merak etme.” Sonra uzunca bir süre sadece keresteler arasındaki dolanma seslerini duyabildim; her saniye bana bir asır gibi geliyordu artık. Sonunda elini omzuma yerleştirdiğini hissettiğimde, aceleyle dudaklarıma bir şişe su koymuştu. Yaşadığım o anı