Название | Jo'nun Oğulları |
---|---|
Автор произведения | Луиза Мэй Олкотт |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6485-69-3 |
İş hayatını sıkıcı bulduğundan Demi üzüntüsünü biraz olsun hafifletmek için boş zamanlarında ikna edebildiği herkesin gerek oturarak gerekse ayakta, fotoğrafını çekmeye başladı, birçok başarısızlıkların yanı sıra bir sürü mükemmel fotoğraflar da basabildi, ne de olsa insanları gruplandırmada oldukça zevk sahibiydi ve ayrıca sonsuz bir sabra sahipti. Dünyaya kamerasının merceğinden baktığı bile söylenebilirdi ve bir parça siyah pamuklu kumaşın altından arkadaşlarına gözlerini kırpıştırarak baktığında bu durumu çok eğlenceli bulduğu belliydi. Dan onun için bir hazine sayılırdı çünkü hemen kabul eder, Meksika kıyafetiyle yanına atını ve tazısını da alarak büyük bir hevesle poz verirdi. Herkes bu etkileyici fotoğraflardan birer kopya isterdi.
Bess de poz verenlerin arasında en sevdiklerindendi hatta Demi kuzeninin fotoğrafıyla amatör fotoğrafçılık sergisinde bir ödül bile almıştı. Fotoğrafta başından aşağı doğru serbest bırakılmış o güzelim saçlarının üstünde bir bulut kadar beyaz bir dantel, omuzlarına kadar iniyordu. Bu fotoğraf kıvançlı sanatçı tarafından etrafındakilere bolca dağıtıldı ama kopyalardan birinin tarihe geçmesi gereken ufak bir hikâyesi de vardı. Uzun sürecek ayrılıktan önce Nat bulabildiği her andan istifade ederek Daisy ile zaman geçirmeye çalıştı, bu durum karşısında Bayan Meg az da olsa merhamete geldi çünkü bu bahtsız sevginin tek çaresinin Nat’in yokluğu olacağından emindi. Daisy az konuşur oldu ama o kibar yüzü yalnız kaldığında hemen hüzünlenirdi ve kendi elleriyle zarifçe işlediği mendillere birkaç tane sessiz gözyaşı dökerdi. Nat’in kendisini asla unutmayacağından çok emindi. Bebek bezleriyle başlayan serüvenleri söğüt ağacının altında paylaştıkları sırlara kadar uzanıyordu ve kendisini bildi bileli arkadaşı olan bu değerli adam olmadan hayat oldukça yalnız geçecekti. Daisy eski kafalı bir evlattı, sorumluluk sahibiydi ve yumuşak başlıydı, annesine öylesine sevgi ve hürmetle bağlıydı ki onun emirleri Daisy için kanun sayılırdı ve eğer âşık olmak yasaksa o zaman arkadaşlık yeterli gelmeliydi. Bu nedenle kendi üzüntüsünü kendine sakladı, Nat de her zaman neşesiyle gülümsedi, sağlayabileceği her türlü konfor ve sefayla aile hayatında geçireceği son günlerini mutlu kılmaya çalıştı. Akılcı öğütler ile tatlı sözlerden tutun da bekâr olarak kalacağı ikametgâhı için iyice doldurulmuş iş çantasından ve yolculuğu için bir kutu şekerlemeye kadar düşündü.
Tom ve Nan, Plumfield’da eski arkadaşlarıyla eğlenebilmek için mümkün olduğunca derslerine zaman ayırmaya çalıştılar; ne de olsa Emil’in bir sonraki seferi oldukça uzun sürecekti, Nat’in yokluğunun ne kadar süreceği belirsizdi ve Dan’in tekrar ortaya ne zaman çıkacağını kimse bilmiyordu. Gençlerin hepsi hayatın ciddiye binmeye başladığının farkına varmaya başlamışlardı ve birlikte geçirdikleri bu çok hoş yaz gecelerinde eğlenirken bile hepsi artık çocuk olmadıklarının bilincindeydiler. Eğlence sırasında gelecekteki planları ve umutları hakkında sık sık konuşur olmuşlardı, ayrı ayrı yollarda hayatlarına devam ettiklerinde bağlarını daha fazla koparmadan âdeta birbirlerini tanımak ve yardım etmek için çaba harcıyorlardı.
Birlikte geçirecekleri sadece birkaç haftaları kalmıştı; sonra “Brenda” hazır olacaktı. Nat, New York’tan denizlere açılacaktı ve Dan de uğurlamak için onunla limana gidecekti; bu arada kendi planları kafasının içinde dönüp duruyordu ve bir an önce başlamak için sabırsızlanıyorlardı. Parnassus’ta gezgincilerin onuruna bir veda dansı verildi ve hepsi en iyi kıyafetleri ve neşeli hâlleriyle bir araya geldiler. George ve Dolly, Harvard Üniversitesine küçük dağları ben yarattım havasıyla katıldılar, görülmeye değer bir cakayla. Kuyruklu ceketleri ve tepeden basık şapkalarıyla, Josie’nin dediği gibi her ikisinin çocuksu ruhları olmasına rağmen o gece müstesna nezaketleriyle gurur kaynağı idiler. Jack ve Ned gelemedikleri için pişmanlıklarını ve en iyi dileklerini ilettiler, kimse onların yoklukları için yas tutmadı; ne de olsa onlar Bayan Jo’nun dediği gibi birer fiyaskoydu. Her zamanki gibi zavallı Tom yine başını belaya soktu, kafasının her tarafına çok ağır bir kokusu olan bir preparat sürdü, boşuna bir çabayla o kıvrım kıvrım buklelerini düzleştirmek ve yumuşacık yapmak için uğraştı, ne de olsa modaydı. Ama maalesef o isyankâr kısa saçları daha da birbirine dolandı, birçok berber dükkânlarının karışımı gibi olan koku, yok etmeye çalışmasına rağmen zıvanadan çıkmış hâlde ona yapışıp kalmıştı. Nan kendisine yaklaşmasına asla izin vermedi, ne zaman onu ortalıkta dolaşırken görse yelpazesini şiddetli bir şekilde sallamaya başlardı, bu da tabii Tom’un içinin parçalanmasına neden olurdu ve cennete girmesi engellenen peri gibi hissetmesini sağlardı. Elbette arkadaşları onunla alay ettiler ama yapısı gereği bastırılamaz neşesi, onun umutsuzluğa düşmesine engel oluyordu.
Emil yeni üniformasıyla göz kamaştırıcıydı, sadece denizcilerin bilebileceği bir tarzda dans etti. Bağcıksız gece ayakkabıları odanın her bir tarafındaymış gibi gözüküyordu ve partnerleri ona ayak uydurmaktan nefes nefese kalıyorlardı ama bütün kızlar, onun dansı çok iyi yönlendirdiğini ifade ediyordu. Onca hızlı hareketlerine rağmen kimse kimseyle çarpışmadı, sonuç olarak Emil mutluydu ve gemisiyle açıldığında genç kızların yokluğunu hissetmeyecekti.
Giyeceği bir kıyafeti olmadığından Dan, Meksika kıyafetini giymeye ikna oldu ve kendisini çok rahat hissetti bol düğmeli pantolonunda, bol ceketinde ve parlak kuşağında. Renkli şalını abartılı bir şekilde omzunun üzerine attı. Çok yakışıklı görünüyordu. Josie’ye değişik dans adımlarını gösterirken yüksek mahmuzlarıyla muhteşem figürler sergiliyordu. Asla konuşmaya cesaret edemeyeceği bazı sarışın genç kızlara da beğeni ile simsiyah gözleriyle baştan çıkarıcı bakışlar atmayı da ihmal etmiyordu.
Anneler çardakta oturarak herkese rozetler dağıtıyor, gülücükler atıyor ve tatlı sözler söylüyorlardı, özellikle bu tür etkinliklere pek alışık olmayan, zor durumda kalan yeni gelen gençlere, solmuş muslinli ve temizlenmiş eldivenli utangaç kızlara. Hoş bir görüntüydü. Heybetli Bayan Amy’nin kalın çizmeli, geniş alınlı, uzun boylu bir taşra çocuğunun kolunda etrafta gezinmesi ya da genç bir kız gibi Bayan Jo’nun utangaç, kollarını tulumba gibi sallayan, müdürünün eşinin ayak parmaklarına basma onuruyla şaşkın ama aynı zamanda gururlu ve bundan dolayı yüzü kıpkırmızı kesilen bir çocukla dans etmesi gibiydi. Bayan Meg’in her zaman koltuğunda iki ya da üç kız için yeri vardı. Bay Laurie sade, kötü giyinen küçük hanımlara kendini adadı, iyi niyetli nezaketiyle kalplerini fethetti ve onları mutlu etmeyi başardı. İyi huylu Profesör ise odada dağıtılan yiyecekler kadar hızlı bir şekilde etrafta dolandı, herkese eşit bir hâlde neşeyle hitap etti. Diğer taraftan Bay March oldukça ciddi genç erkeklerle çalışma odasında Yunan komedyasını tartıştı, belli ki o muazzam zihinleri hayatın önemsiz, keyif verici olaylarıyla meşgul olmamıştı.
Büyük müzik odası, salon, koridor ve veranda beyaz elbiseli genç kızlar ve onlara eşlik eden gölgelerle doluydu. Ortamda capcanlı sesler duyuluyor ve müzik grubu hareketli parçalar çaldıkça kalplerin ve aynı zamanda ayakların ritmi birbirleriyle uyum içinde hareket ediyordu, tabii neşe saçan ay parçası da o ortamı büyülemek için elinden geleni yapıyordu.
“Yırtıkları iğneyle tutturuver Meg, o sevimli Dunbar oğlanı Bay Peggotty’nin deyimiyle beni ‘parçalara ayırdı’. Ama yine de kendisi ne kadar çok eğlendi, özellikle arkadaşlarına sürekli toslarken ve beni de bir paspas gibi savururken. Böyle durumlarda görüyorum ki ne eskisi gibi gencim ne de eskisi gibi çevik. On yıl sonra birer minder gibi kenarda öylece duracağız kardeşim, bu nedenle kaderimize boyun eğmeliyiz.” Bunun