Название | Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap |
---|---|
Автор произведения | Марсель Пруст |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6865-69-3 |
Saatler yediyi gösterdiğinde giyinip Saint-Loup’nun yemek yediği otele gitmek için yeniden dışarı çıktım. Oraya yürüyerek gitmeyi severdim. Zifirî karanlık çökmüştü; ziyaretimin üçüncü gününden itibaren, gece çöker çökmez kar habercisi olan buz gibi bir rüzgâr esmeye başlıyordu. Yolda yürürken, açıkçası Mme. de Guermantes’ı düşünmeyi bir an bile bırakmamalıydım; Robert’in garnizonunu ziyaret etmemin tek sebebi ona daha fazla yakınlaşmaktı. Fakat hatıralar da kederler gibi geçiciydi. Bazı zamanlar öylesine uzağa giderler ki, onların varlığının bile farkına varmayız hatta sonsuza dek gittiklerini düşünürüz. Ardından başka şeylere odaklanmaya başlarız. Bu kasabanın sokakları henüz benim için, yaşadığımız yerde alıştığımız gibi bir yerle başka bir yer arasındaki bağlantıyı kuran yollardan ibaret değillerdi. Bu bilinmeyen dünyanın sakinleri tarafından yönetilen hayat, harika bir şey olmalıymış gibi gelirdi bana, hanelerin ışıklı pencereleri çoğu zaman, içine giremeyeceğim varoluşların gerçek ve esrarengiz sahnelerini gözlerimin önüne sererek karanlığın içinde uzun süre hareketsiz kalmama sebep olurdu. Burada ateşin sahip olduğu ruh, mora çalan renkler içindeki bir kestane satıcısının standını açığa çıkardı; palaskalarını sandalyenin arkasına asmış kâğıt oynayan birkaç astsubay, bir sihirbazın asasını kullanarak sahneyi aydınlatması gibi karanlığın içinden birdenbire belirivereceklerini hayal dahi edemezlerdi, bunu yoldan geçerken durup onlara bakan bir kişinin gözlerine yansıyan yüz ifadeleri gözler önüne seriyordu. Küçük bir antika dükkânında neredeyse dibine kadar inmiş bir mum, sıcak parıltısını gravüre yansıtarak kan kırmızısına boyuyordu, o esnada karanlığa karşı savaş açan büyük bir lambanın ışığı bir deri parçasını bronzlaştırıyor, bir hançere göz alıcı payetler işliyor, esasından kötü birer kopyadan ibaret olan resimlerin üzerine, zamanın pasıyla ya da bir ustanın kullandığı cila misali değerli bir yaldız tabakasıyla kaplıyor, velhasılkelam taklitlerle dolu çöplükten başka bir şey olmayan bu barakayı esrarengiz Rembrandt kompozisyonlarına dönüştürüyordu. Bazen bakışlarımı panjurları kapalı olmayan koskocaman, eski bir konuta yöneltirdim; burada amfibi28 erkekler ve kadınlar akşam karanlığının çökmesiyle birlikte lambanın haznesinden ardı arkası kesilmeden fışkıran, odaları taş ve camdan duvarların ağzına kadar dolduran, içindeki bedenlerin hareketiyle yaldızlı dalgalanmalar yaratan yoğun bir sıvının içinde yavaşça oradan oraya süzülüyorlardı. Yoluma devam ettim; çoğu zaman katedralin önünden geçen karanlık ara sokakta, tıpkı çok uzun zaman önce Méséglise yolunda olduğu gibi arzumun gücü beni ele geçirdi, durdurdu; bu arzuyu tatmin etmek için bir kadın bir anda beliriverecekmiş gibi gelirdi bana; karanlıkta bir elbisenin aniden yanımdan geçerken hafifçe sürtündüğünü hissetseydim, o an hissettiğim arzunun şiddeti bu temasın tesadüfi olduğuna inanmamı imkânsız hâle getirirdi ve korkmuş bu yabancıyı kollarımla sarıp sarmalamaya çalışırdım. Bu Gotik sokağın benim için o kadar gerçekçi bir yanı vardı ki, orada bir kadını kavrayıp arzularımı tatmin edebilseydim, bizi bir araya getiren kadim çağların cazibesine sahip bu yere inanmamak mümkün olmazdı; bu kadın her gece köşe başında duran bir hayat kadını olsa bile, yine de kış vakti, tuhaf, karanlık ve Orta Çağ atmosferinin hâkim olduğu bu yerde ona gizemli ihtişamı yansıtırdım. Hâlihazırda olabilecekleri düşündüm; Mme. de Guermantes’ı unutmaya çalışma fikri bile korkunç fakat mantıklı ve ilk defa mümkün, hatta belki de kolay geliyordu bana. Bu semtin mutlak sessizliğinde, sendeleyerek eve dönen eğlence düşkünü sarhoşların kahkaha ve konuşma seslerini duyabiliyordum. Onları görmek amacıyla durup sesin geldiği yöne doğru baktım. Ancak uzun süre beklemek zorunda kaldım çünkü etrafı saran sessizlik öylesine derindi ki hâlâ çok uzakta olmalarına rağmen sesleri net ve güçlü bir şekilde bana ulaşıyordu. Sonunda sendeleyen sarhoşlar ortaya çıktılar fakat beklediğim gibi önümden değil, arkamdan, çok uzaktan. Kâh ara sokakların kesişmesi, binaların iç içe geçmesinden kaynaklanan yankılanma akustik bir yanılmaya yol açıyor kâh geldiği yer bilinmeyen bir sesi bulmak çok zor olduğundan, yön konusunda olduğu kadar mesafe konusunda da yanılıyordum.
Rüzgâr şiddetini arttırdı. Yaklaşan karla tüyler ürperten, yoğun bir rüzgârdı. Ana caddeye çıktım ve bir subayın sahanlıktan,29 tam olarak kim olduklarını seçemesem de yüzleri soğuktan mosmor kesilmiş, yorgun argın kaldırımda yürüyen hantal askerlerin selamlarına karşılık verdiği küçük bir tramvaya bindim; sonbahardan kışın başlarına doğru ani bir sıçrayışla daha kuzeye taşınmış gibi görünen bu küçük kasabadaki suratlar, Breughel’in neşeli, yiyip içip âlem yapan, soğuktan büzüşmüş köylülerin al yanaklı suratlarını hatırlattı.
Saint-Loup ve arkadaşlarıyla buluştuğum otelde yakın zamanda başlayacak olan fuar nedeniyle dört bir yandan, yakından-uzaktan pek çok insan gelmişti; avluyu aceleyle geçerken, etrafa ışık saçan mutfaklarda şişe geçirilmiş tavuklar dönüyor, domuzlar fırında kızartılıyor, canlı ıstakozlar ev sahibinin tabiriyle ‘sonsuz ateş’in içine atılıyordu; akın akın gelen (eski Flaman ustalarının yaptığı Bethléem’de Nüfus Sayımı’na layık) yeni konuklar avluda gruplar hâlinde toplanıp ev sahibine ya da (görünüşlerinden hoşlanmadıysa, kasabanın başka bir yerinde kalacak yer tavsiye eden) çalışanlardan birine yemek ve konaklama için otelde kalıp kalamayacaklarını soruyorlardı; bütün bunlar gerçekleşirken, bir aşçı yamağı boynundan tuttuğu, çırpınan bir kümes hayvanıyla alelacele arkadan geçiyordu. İlk gün arkadaşımın beni beklediği küçük odaya ulaşmadan önce geçtiğim büyük yemek salonundaki görüntü, Flamanların tipik abartısı ve Orta Çağ’ın sadeliğiyle canlandırılmış İncil’den bir yemek sahnesi anımsatıyordu; sayısız balık çeşitleri, piliçler, keklikler, çulluklar, kumrular soğutmadan ve daha hızlı servis yapmak için cilalı zeminde âdeta kayıyormuşçasına acele eden ve nefessiz kalan üniformalı garsonlar tarafından işlemeli devasa masalara servis ediliyor, bir çırpıda yemeye hazır şekilde parçalara ayırılıyordu; fakat -ben geldiğimde çoğu insan yemeğini neredeyse bitirmek üzere olduğundan- kimse ağzına tek lokma atmıyordu; sanki yemeklerin bolluğu ve onları içeri taşıyanların telaşı yemek yiyenlerin ihtiyaçlarını karşılaşmaktansa, harfiyen ihtimamla uyulan ancak yöresel geleneklerden esinlenmiş ayrıntıların ilginç bir şekilde resmedildiği kutsal kitaba gösterilen saygıyı, yiyeceklerin bolluğu ve hizmetkârların cana yakınlığıyla festivalin ciddiyetini estetik ve dinî bir ihtişamla gözler önüne seriyordu. Hizmetkârlardan biri, odanın uzak ucundaki bir büfenin yanında düşüncelere dalmıştı; bana cevap verecek kadar sakin görünen tek kişi o olduğundan, masamızın hangi odada olduğunu sormak için, ‘geç kalanlar’ın yemekleri soğumasın diye yakılan ocakların arasından (Lakin
27
Kimi maddeleri korumak, boyamak ve onlara belirli bir parlaklık kazandırmak için kullanılan, saydam ya da donuk, cama benzeyen bir cila. (ç.n.)
28
Hem karada hem suda yaşayabilen, iki yaşayışlı, yüzergezer canlılar. (ç.n.)
29
Tramvay aracının arka kısmında bulunan boşluk. (ç.n.)