Название | Savaş ve Barış I. Cilt |
---|---|
Автор произведения | Лев Толстой |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6865-50-1 |
Kucaklaştıktan sonra el ele kaldılar bir an ve Prens Andrey hızlı adımlarla salondan çıktı.
Matmazel Bourienne, koltukta yatmakta olan Küçük Prenses’in şakaklarını ovalamaya koyulmuştu. Prenses Mariya, bir yandan görümcesine destek olmakta; bir yandan da yaş dolu güzel gözlerini Prens Andrey’in açık bıraktığı kapıya dikmiş, istavroz çıkarmaktaydı. Düzgün aralıklarla kurşun seslerini andıran sesler geliyordu çalışma odasından. İhtiyar Prens’in öfkeyle sümkürmekte olduğunu belirten seslerdi bunlar… Nitekim çok geçmeden çalışma odasının kapısı da hızla açıldı ve beyaz sabahlığının içindeki ihtiyarın silüeti belirdi. Kendinden habersiz bir hâlde uzanmış yatan Küçük Prenses’e kızgın gözlerle şöyle bir baktı:
“Gitti mi?” diye sordu. “Eh, öyleyse her şey tamam demektir!”
Küçümseyen gözlerle biraz daha süzdü Küçük Prenses’i, sonra da kapıyı çarparak kapadı.
İKİNCİ BÖLÜM
I
Rus orduları, Ekim 1805’te Avusturya Arşidüklüğü’nün köy ve kentlerini işgal etmekteydi. Art arda Rusya’dan sevk edilen ve Braunau Kalesi dolaylarına yerleştirilen alaylar, halka büyük yük olmaktaydı. Başkomutan Kutuzof’un genel karargâhı da orada bulunuyordu.
1805 yılının 11 Ekim günü Braunau’a yeni gelmiş piyade alaylarından biri; kente yarım mil mesafede durmuş, Başkomutan tarafından teftiş edilmeyi beklemekteydi. Çevredeki bütün her şey (meyve bahçeleri, taştan örülmüş bahçe duvarları, kiremit kaplı damlar, uzakta yükselen dağlar ve askerleri merakla izleyen yabancı bir halk) yabancı olduğu hâlde bu alay; Rusya’nın ortalarında herhangi bir yerde, teftişe hazırlanan herhangi bir Rus alayından farksızdı.
Başkomutan’ın alayı yürüyüş hâlinde teftiş edeceğini bildiren emir, daha o akşam son konak yerinde alınmıştı. Emirdeki ifade, Alay Komutanı’na pek kesin gözükmemiş ve teftişe tören üniformasıyla mı çıkmak gerektiği hususu, böyle durumlarda beklenen açıklığa kavuşmamıştı gerçi; tabur komutanlarının toplantısında, az saygı göstermektense aşırı saygı göstermenin daima daha yerinde olduğu gerekçesiyle, alayın tören üniformasıyla teftişe çıkması karara bağlanmıştı.
Dolayısıyla da askerler, otuz verstlik bir yürüyüşten sonra gözlerini yummadan bütün gece söküklerini dikmiş ve üst başlarına çekidüzen vermişlerdi. Emir subaylarıyla bölük komutanları, erleri sayıp ayırmışlardı ilkin. Böylece bölük, bir gün önce sabaha karşı son konaklama yerindeki karmakarışık kalabalık olmaktan kurtulup her biri yerini ve görevini bilen, takım taklavatı yerli yerinde, üstü başı tertemiz ve düzenli iki bin kişilik bir bütün oluvermişti. Kusursuz olan, sadece dış görünüş değildi. Başkomutan’ın aklına esip de üniformaların altına bakacağı tutsa her erde tertemiz bir gömleğin, her asker çantasında da yönetmelikte belirtilen sayıda eşyanın bulunduğunu görecekti. Gerçekten de her çantada, asker deyişiyle, “bir bez, bir de sabun” vardı.
Gelgelelim herkesi tedirgin eden bir de sorun vardı ortada: Kundura sorunu. Erlerin yarısından fazlasının çizmeleri parçalanmıştı. Ama bu, alay komutanlarının suçu değildi çünkü komutan bu konudaki isteklerini ısrarla bildirmiş ama işi ağırdan alan Avusturyalı yetkililer hiçbir şey göndermemişlerdi. Ve alay, bu durumda otuz verstlik bir yolu katetmek zorunda kalmıştı.
Kaşları ve zülüfleri ağarmış al yanak bir generaldi Alay Komutanı. Hatırı sayılır şekilde iri yapılıydı. Göğsüyle sırtı arasındaki mesafe, bir omuzundan öbürüne olan mesafeden daha fazlaydı. Yeni, parlak ve özenle ütülenmiş bir üniforma taşıyordu üzerinde; geniş omuzlarında ise bu omuzları aşağıya doğru bastırmayıp yukarıya doğru kaldırıyormuş gibi görünen kalın sırma apoletler vardı. Ömrünün en büyük törenini yerine getiriyormuş gibiydi. Mutluluk akıyordu yüzünden. Alayın önünde dolaşıp durmakta, dolaşırken de her adımda hafifçe sırtını kamburlaştırmaktaydı. Hemen belli oluyordu alayını zevkle seyrettiği, elinin altında görmekten sınırsız bir mutluluk duyduğu. O anda tüm varlığıyla alayıyla meşguldü. Öyleyken bu sarsak yürüyüşü, askerî konulardan başka, sosyete hayatına ve kadınlara da bir hayli ilgi duyduğunu ortaya koymaktaydı. Tabur komutanlarından birine dönerek oldukça memnun başka bir sesle “Eh, azizim Mihil Mitriç.” diye başladı konuşmaya.
Tabur Komutanı da gülümseyerek öne doğru bir adım atmıştı. İkisi de uçuyordu mutluluktan…
Alay Komutanı şöyle devam etti:
“Bu gece anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geldi ama öyle sanıyorum ki alayın durumu fena değil. Ne dersin ha?”
Bu sözlerdeki neşeyi ve hafif alaycı edayı hemen sezmişti Tabur Komutanı. Gülerek “Bu hâlimizle Paris talimgâhından bile kovmaya kıyamazlardı bizi!” dedi.
“Anlayamadım.” dedi General.
Tam o sırada, kente giden ve yer yer gözcülerin beklediği yolda iki atlı belirdi. Bir yaverle bir kazaktı bunlar.
Yaver, bir gün önceki emirde yeterince açıklanmamış olan noktayı Alay Komutanı’na açıklamak için karargâhtan gönderilmişti. Bildirdiğine göre Başkomutan, erleri tıpkı yürüyüş hâlindeki gibi silahları kılıflarına geçirilmiş olarak görmek istemekteydi.
Daha bir gün önce, Viyana’daki Yüksek Savaş Şûrası’ndan bir yetkili, Kutuzof’a gelerek Arşidük Ferdinand ve Mack’in kumanda ettikleri orduya yetişip onlarla birleşmek üzere en kısa zamanda harekete geçmesi için ısrarlı bir şekilde istekte bulunmuştu. Bu birleşmeyi uygun görmeyen Kutuzof ise Rusya’dan gelen ordunun hazin durumunu, reddine gerekçe olarak Avusturyalı General’in gözleri önüne sermek niyetindeydi. İşte bu amaçla da alayın gelişini beklemeksizin yola çıkıp kendisi onları karşılamak istiyordu. Anlaşılan, alay ne kadar kötü bir görünüm sergilerse Başkomutan da o kadar hoşnut olacaktı. Gerçi yaver, işin ayrıntılarını bilmiyordu ama Kutuzof’un kesin emrini General’e iletmekten geri kalmadı: Erler kaputlu, silahlar da kılıflı görünmeliydi; yoksa Başkomutan hiç de memnun kalmayacaktı!
Alay Komutanı bu ek emri dinledikten sonra hiç konuşmaksızın omuzlarını silkti ilkin, sonra da iki elini iki yanına açarak “Bir bu eksikti!” diye bağırdı.
Hemen ardından da Tabur Komutanı’nı azarlar gibi bir tonla ekledi:
“Ben size dememiş miydim Mihail Mitriç? Mademki alayı yürüyüş hâlinde görmek istiyor, o hâlde erlerin kaputlu olması gerekir… Dememiş miydim! Peki bu ne hâl? Aman Tanrı’m!”
Cevap beklemeksizin bir adım atıp komut verdiği zamanki sesiyle inletti ortalığı:
“Bölük komutanları! Başçavuşlar!”
Biraz önce gelen yavere döndü daha sonra ve kastettiği kimseye derin saygı beslediğini gösteren bir tavırla sordu:
“Ne zaman onurlandıracaklar bizleri?”
“Bir saate kadar sanıyorum.”
“Üniformaları değiştirmeye vakit bulabilecek miyiz dersiniz?”
“Bilmem ki Generalim.”
Cevap beklemeksizin saflara doğru ilerlemişti General. Erlerin yeniden kaputlarını giymeleri için emir verdi. Bölük komutanları koşar adım bölüklerinin başına gittiler, başçavuşlarsa telaşa düştü; kaputların durumu pek iç açıcı değildi…
Birliklerin
293
“Elveda, Mariya…”