Название | Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan |
---|---|
Автор произведения | Stanley Lane-Poole |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-121-908-0 |
Selçuklu egemenliğinin etkileri oldukça yaygın olduğu hâlde hanedanın ömrü pek kısa oldu. İran’a fatih unvanıyla girişlerinden elli yıldan az bir süre sonra, cesaretle planlayıp muhteşem biçimde korumayı başardıkları bu engin doku parçalara ayrıldı. Birbiri ardına ülkeyi yöneten 3 Selçuklu imparatoru uçsuz bucaksız topraklarını rekabet veya isyan korkusu olmaksızın kişisel hâkimiyetleri altında tutmayı başardılar ancak Melik Şah’ın 1092’deki ölümünün ardından oğulları arasında başlayan iç savaşla imparatorluk bölündü. Selçuklular Nişabur’da, İsfahan’da, Kirman’da egemenliklerini sürdürdüler; aynı şekilde Şam, Halep ve Anadolu’da da onlar vardı fakat bu muazzam yapının kaplamaları, iç ve dış baskılara fazla dayanamadı ve döküldü. Tahttan devrilmeleri feodal yapılarının hazırladığı kaçınılmaz bir sondu. Kendi kazdıkları kuyuya düştüler. Kendilerini savunmaları amacıyla getirttikleri köleler, şimdi onlara karşı bir saldırı içindeydi ve imparatorluklarını korumak üzere oluşturdukları tımar sistemi karşılarına en büyük tehlike olarak çıktı. Avrupa feodalizminin en zayıf yanı Selçuklu sistemi için de eşit ölçüde belirgin oldu. Köle, efendisine hizmet borçluydu ve vasal da kendi yöneticisine bağlılık göstermeliydi fakat hizmet ve sadakat hemen üst kademedeki kişiden öteye gitmiyordu. Eğer bir vasal şefi kendini beyine baş kaldıracak kadar güçlü hissediyorsa bu vasal şefinin hizmetkârları, alt kademedeki vasalları ve köleleri de onu izliyordu çünkü onların bu beye bir minnetleri yoktu. Bunun yanı sıra beyin boyunduruğunun kabul edildiğine dair bir tabiyet yemini gibi bir akit de yoktu ortada. Gerçi bu alt kademedeki vasalları asi bir beyden koparak tahtın diğer tarafına geçmekten alıkoyan şeyin sadakat duygusu olduğu görülüyordu. Hükümdarın gücü azaldıkça bu sadakat duygusu da işlerliğini yitirdi ve derebeyliğin büyük beyleri vasallarının da tam mutabakatıyla kendilerine ait krallıklar kurmaya muktedir oldular. İmparatorluk kendi içinde bölündüğünde bir zamanlar onun emrinde savaşan ve onun tarafından ödüllendirilen beyler şimdi bağımsız prensler hâlini almışlardı. İmparatorları için zaferler kazanan memlukler, şimdi bu imparatorların vârislerine efendi veya atabey olmuş, vekâleten üstlenilen görev şimdi egemenlik üzerinde tam hak iddia etmek ve saltanatı devralmakla yer değiştirmişti.
12. yüzyıl, Selçuklu İmparatorluğu’nun büyük kısmının memluklükten yükselen kralcıkların elindeki tımarların bağımsız devletler hâline geldiğine tanıklık etti.
İran’da ve Amuderya’nın öte yakasında bir şaki ve bir başkâhya güçlü hanedanlar kurdular ve bu kölelerin köleleri, beylerin beylerinden oluşan bir nesil efendilerinin topraklarının eteklerinde ufak çaplı beylikler kurdular. Bu yolla bir köle, efendisinin vârisinin hükümdarı oldu ve ölümü üzerine Şam’da kraliyet üzerinde güç elde etti. Musul’un uzun soluklu atabeylerinin kurucusu, Melik Şah’ın kölelerinden birinin oğlu olan Zengi, Artuklular ve Mezopotamya’daki diğer yerel hanedanlar böylelikle köklerini aynı kaynaktan alarak kendi kaderlerini belirledi. Ne var ki ne denli hor görülmüş bir kökenden gelseler de bu herhangi bir aşağılanmaya yol açmadı. Doğu’da bir köle genelde bir oğuldan yeğ tutulurdu, Melik Şah’ın kölesi olmak da özel bir saygınlık göstergesiydi. Selçuklu’nun köle vasalları Orta Çağ aristokrasisinin herhangi bir “piç”i kadar onurlu ve saygıdeğerdi. kendileri hükümdar olduklarında önceki efendilerinin yüksek geleneklerini içselleştirip sülalelerine aktardılar. Suriye ve Mezopotamya atabeyleri Melik Şah’ın veziri tarafından başlatılan medenileştirme çalışmalarını sürdürdü. Bu çalışmalar iç karışıklıklar nedeniyle yarıda kesildi; gelgelelim 12. yüzyılda temel engel haçlılar idi.
2. BÖLÜM
1. HAÇLI SEFERİ 1098
Melik Şah’ın 1092’de ölümünün hemen ardından oğulları arasında bir iç savaş patlak verdi. Bundan dört yıl sonra 1098’de Birinci Haçlı Seferi doğuya doğru ilerleyişine başladı, aynı yıl Urfa (Edessa) ve Antakya gibi büyük kentler ve birçok kale ele geçirildi. Hristiyanlar 1099’da Kudüs’ün hâkimiyetini yeniden kazandılar. Sonraki birkaç yılda Filistin’in büyük kısmıyla, Suriye kıyıları, Tartus, Akka, Trablusşam ve Sayda (1110) kentleri haçlıların eline geçti ve 1124’te Sur’u fetihleri güçlerini taçlandıran bir adım oldu. Bu hızlı zafer, kısmen kuzeylilerin fiziksel üstünlüklerine ve cesaretlerine bağlıydı ama daha büyük ölçüde düzenli bir direnişle karşılaşmamalarıyla da ilintiliydi. Nizamülmülk efendisinden önce öldüğü için imparatorun vârisleri arasındaki anlaşmazlıkları düzeltecek becerikli bir devlet adamı yoktu.
Selçuklu prensleri kardeşler arası mücadelelerle tahtı tahrip ededururken önemli vasallar bağımsızlığa giden yolda henüz güçlerinin farkına varamamış, parçalanmış hükümdarlığın artıkları peşinde çarpışıyorlardı. Her biri komşusuna hasetle bakıyor fakat henüz hiçbiri önderliğe soyunacak kadar kendine güven duymuyordu. Hanedan kurucuları arenadaydı fakat henüz kurulmuş bir hanedan mevcut değildi. Selçuklu, Mezopotamya ve Suriye’de hâlen ismen üstün idiyse de sayısız kent idarecisi ve kale muhafızı, Selçuklu’nun gücünün gür bir sesin yankısından başka bir şey olmadığını ve topraklarına güçlü bir hükümdarlığın el uzatabileceğini yeni yeni fark ediyordu.
ANTAKYA’YA SALDIRI, 1098
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
Şimdi, ölmek üzere olan bir kudretli imparatorluğun son çırpınışları başında şaşkın bir bekleyiş, belirsizlik ve tereddüt, yeni güçler nüfuz kazanana kadar süren bir kargaşa hâkimdi, kısacası Avrupa’dan yapılacak bir istila için en uygun zamandı bu. Bir nesil öncesinde Selçuklu durdurulamaz bir durumdaydı ve bir sonraki neslin Selçuklu’dan kalan Suriye tahtına iyice yerleşmiş bir Zengi veya bir Nureddin muhtemelen istilacıları denize dökerdi. Birinci Haçlı Seferi’nin vaizlerinin başına konan bir talih kuşu onları, önemini zar zor kavrayabildikleri bir fırsatı değerlendirmeye sevk etti. Münzevi Peter ve II. Urban dirayet göstererek bu kutlu anı, sanki öncesinde Asya siyasetine ilişkin derin bir çalışma yapmış gibi, isabetli bir an olarak belirledi. Haçlılar, ağaç kütüğünü yaran bir balta gibi Müslüman imparatorluğunun gövdesini bir süreliğine kıymıklara ayırmış gibi görünüyordu.
Selahaddin’in doğumundan yedi yıl önce, 1131’de, Anjou Kontu Fulk, Kudüs tahtına çaktığında Latin Krallığı hâlâ zirvedeydi. Suriye ve Mezopotamya’nın yukarı kesimi, neredeyse her gün gerçekleştirdikleri akınlarla Mardin’den Diyarbakır’a, El-Ariş’ten Mısır’ın nehrine dek ulaşan haçlıların ayakları altındaydı. Buna rağmen ülke henüz boyun eğmemişti. Haçlılar kendilerini kısmi bir işgalle tatmin ettiler; kıyı kesimlerini ve Ürdün ve Lübnan’a kadar iç bölgelerdeki birçok kaleyi ellerinde bulundurdukları süre içinde ciddi olarak tam bir istilaya girişmediler. Halep, Şam, Hama, Humus gibi önemli şehirler hâlen Müslümanların elindeydi ve çeşitli kereler