Название | Vampir Öyküleri |
---|---|
Автор произведения | Артур Конан Дойл |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-99846-0-5 |
Tıpkı Mary Shelley ya da Bram Stoker gibi, Arthur Conan Doyle da kendi yarattığı karakterin gölgesinde yaşamak zorunda kalmıştır. 71. doğum gününde (22 Mayıs 1930), şöyle yakınmıştır: “Kendimi Sherlock Holmes’un yazarı olarak duymaktan yoruldum. Neden ‘Rodney Stone’un ya da ‘Beyaz Ortaklık’ın ya da ‘Kayıp Dünya’nın yazarı olarak bilinmiyorum? İnsanlar dedektif hikâyelerinden başka bir şey yazmadığımı düşünecekler.” Bu şikâyetleri çok yerinde, çünkü dünyanın en ünlü dedektifini yaratmasının haricinde, sayısız düz yazıya, politik eleştirilere ve ruh bilim üzerine pek çok kitaba imza atmış usta bir hikâye anlatıcısıydı Doyle. Bir başka beyanatında da, Edgar Allan Poe’nun kendisine ilham verdiğini söylemişti. Dolayısıyla pek çok hikâyesinin kendi özel hayatına ayna tutması şaşırtıcı değildir. Daima mantıkla hareket eden, ancak doğaüstü güçlere karşı rasyonel olmayan bir inancı da tırmandırmayı başaran bir yazardır. Bu yaklaşım, gerçekçi temellere oturtulmuş bir kurt adam hikâyesi olarak yorumlanabilecek, Sherlock Holmes’un en ünlü hikâyesi olan “Baskervilleler’in Köpeği”nde kendini açıkça gösterir.
Doyle, üç hikâyesindeki kötü adamlarından “vampir benzeri varlıklar” olarak söz eder (“Sussex Vampiri Macerası”, “John Barrington Cowles” ve “Kazanan Atış”). Ancak hayranları ve eleştirmenler Holmes, Watson ve çevrelerinde gelişen olayları konu alan dört roman ve elli altı kısa hikâyeden dolayı, onun fantastik edebiyata katkılarını genellikle gözardı ederler. Ayrıca “Sussex Vampiri Macerası”nda Holmes da doğaüstü fenomenleri sert bir şekilde reddeder:
“Çöplük, Watson, çöplük! Onları mezarlarında tutabilmenin tek yolunun kalplerine birer kazık saplamak olan yürüyen cesetlerle ne yapabiliriz ki? Bu tamamen delilik!”
“Ama eminim,” dedim. “Vampir’in ölmüş bir adam olması gerekmiyor. Yaşayan biri de bu alışkanlığı edinmiş olabilir. Mesela bir yerde yaşlıların gençliklerini kazanabilmek için gençlerin kanını içtiğini okumuştum.”
“Haklısın, Watson. Bu referanslardan birinde efsaneden de bahsediliyor. Ama böyle bir olaya ciddi bir gözle mi bakacağız? Bizim büromuz tamamen gerçekler üzerine kurulu ve de öyle kalmalı. Dünya bizim için yeterince büyük. İçine hayaletleri de katmamıza gerek yok.”
Ancak Doyle’un çalışmalarında bu paragrafın ima ettiğinden çok daha fazlası vardır. Pek çok arkadaşı gibi, o da “Drakula” romanı, vampirliğin kurallarını ortaya koymadan önce birkaç vampir hikâyesi yazmıştı. Richard Dalby bu hikâyelerden bazılarını, Doyle’un “Parazit” adlı hikâyesinin yanında, William S. Gilbertve Eliza Lynn Linton’ın da katkılarını içeren “Drakula’nın Soyu” adlı kitapta toplamıştı. Ayrıca annesi Kate’in yardımıyla ilk psişik dedektif Flaxman Low’u yaratacak olan genç Hesketh Pritchard ile de arkadaştı. Her ne kadar Low, Sheridan Le Fanu’nun Dr. Hesselius’u ya da Stoker’ın şüphe duyulmaz Abraham Van Helsing’inin gölgesinde kalsa da, düzenli olarak doğaüstü güçlerle ilgili davalara bakan ilk dedektifti. Bu davalardan üçü vampirlerle ilgiliydi ve şüphesiz Doyle’un onayı ve önerileriyle yazılmışlardı.
Doyle, “Drakula” yayınlandıktan kısa bir süre sonra, 20 Ağustos 1897 tarihli bir mektubunda Bram Stoker’ı tebrik eder:
“Eminim ‘Drakula’yı okurken ne kadar zevk aldığımı söylemek için size yazmamı küstahlık olarak algılamazsınız. Uzun zamandır şeytani güçler üzerine okuduğum en iyi hikâye olduğunu düşünüyorum. Bu kadar uzun bir hikâye boyunca heyecanın hiçbir zaman düşmemiş olması son derece harika. Hikâye, okuyucuyu daha en başından yakalıyor ve giderek daha ürkütücü ve gerçek bir hâle bürünüyor. Yaşlı profesör ve iki kız kusursuz birer karakter. Bu kadar iyi bir kitap yazdığınız için sizi tüm kalbimle tebrik ediyorum.”
Arthur Conan Doyle ve Bram Stoker, edebiyat tarihinin en önemli iki karakterini yaratmışlardır. Birbirlerinin çalışmalarına saygı duyan iki arkadaş olmalarının yanı sıra, 1892’de yayımlanan “Fenella’nın Kaderi” romanında her biri birer bölüm yazmıştır. Bundan on altı yıl sonra Doyle, Stoker’a ünlü dedektifinin adına nasıl karar verdiğini açıklar: “En sonunda, 1887’de” der, “Sherlock Holmes’un yer aldığı ilk kitap olan ‘Kızıl bir Çalışma’yıyazdım. İsmi nereden bulduğumu bilmiyorum. Geçen gün üzerine ‘Sherrington Holmes’ ve ‘Sherrington Hope’ gibi daha pek çok kombinasyonu karaladığım bir gazete sayfasına bakıyordum. En sonunda, sayfanın en altına Sherlock Holmes yazmıştım.
“Sussex Vampiri Macerası”nın Drakula’ya bir gönderme ya da ünlü romanın bir parodisi olduğu söylenir. Bu doğru olabilir, ancak daha sonra göreceğimiz gibi, Bram Stoker, Doyle’un çalışmalarını daha derin şekillerde de etkilemiştir.
Bu koleksiyon, Arthur Conan Doyle’un, Sherlock Holmes’u yaratmamış olsaydı bile, okuyacağınız dokuz vampir hikâyesiyle beraber daha pek çok başarılı doğaüstü hikâyenin yazarı olarak hatırlanacağını kanıtlamaktadır.
AMERİKALI’NIN HİKÂYESİ
Küçük edebiyat grubumuzun toplandığı odanın kapısını açtığımda, “Bu tuhaf, gerçekten tuhaf,” diye söyleniyordu. “Ancak size bundan çok daha acayip şeyler anlatabilirim. Oh, çok daha acayip şeyler. Her şeyi kitaplardan öğrenemezsiniz, beyler, beni dinleyin. İyi İngilizce konuşan, iyi eğitim almış sizin gibi adamlar, kendilerini benim gördüğüm o tuhaf yerlerde bulmazlar, anlıyorsunuz ya. İşin aslı, beyler, orada bulunanlar doğru düzgün konuşmayı beceremeyen, eline bir kalem verdiğinizde zorlukla gördüklerini anlatabilecek kaba saba adamlardır. Ancak gördüklerini anlatabilseler, bazılarınızın Avrupalı yüreklerini şaşkınlıkla dolduracaklarına eminim. Oh, evet, bunu gerçekten de yapabilirler!”
Adı Jefferson Adams’tı sanırım; en azından adının baş harflerinin J. A. olduğunu biliyorum. Bu harfleri, sigara odamızın kapısının sağ üst köşesine derin bir şekilde kazınmış olarak görebilirsiniz. Bize bıraktıklarından biri buydu, diğeri de Türk halımızın üzerindeki artistik tütün lekeleri. Onu hatırlatacak bu izlerin dışında, Amerikalı hikâye anlatıcımız artık tamamen unutulmuş durumda. Kısa süreliğine bizim sıradan, sessiz sohbetlerimizi aydınlatan parlak bir meteor gibi aramızdan geçti ve sonra karanlıkta yine kayboldu. Ama o gece Nevadalı dostumuzun enerjisi doruk noktasındaydı; hikâyesini bölmemek için sessizce pipomu yakarak, büyük bir dikkatle en yakın sandalyeye oturdum.
“Bilim adamlarınıza karşı en ufak bir kin gütmediğimi bilmenizi isterim. Doğrusu yaban mersininden bir boz ayıya kadar her bitkiyi ve hayvanı, ağzımı açık bırakacak bir isimle eşleştirmeyi başarabilen adamları severim, onlara saygı da duyarım. Fakat gerçekten ilginç bir şeyler duymak istiyorsanız, şöyle ağzınızı sulandıracak heyecanlı hikâyeler dinlemek istiyorsanız, o zaman nadiren adını yazmayı bilen balina avcılarına, sınır devriyelerine, keşif birliklerine ya da Hudson Körfezi’ndeki adamlara gidersiniz.”
Bay Jefferson Adams uzun bir puro çıkarıp yaktığında kısa bir sessizlik oldu. Hepimiz Yanki dostumuzun en ufak bir müdahalede tekrar kabuğuna çekileceğini bildiğimiz için, büyük bir özenle mutlak sessizliği koruduk. Kendinden memnun bir gülümsemeyle beklenti dolu yüzlerimizi inceledikten sonra, bir duman bulutunun içinden konuşmasını sürdürdü.
“Siz centilmenlerden kaçınız Arizona’da bulundunuz? Hiçbiriniz elbette. Peki, kâğıt kalem tutabilen İngiliz ve Amerikalıların kaçı Arizona’da bulunmuştur dersiniz? Sanırım çok azı. Ben oradaydım, beyler, orada yıllarca yaşadım ve şimdi orada gördüklerimi düşündüğümde ben bile inanmakta güçlük çekiyorum.
Ah, orada uçsuz bucaksız topraklar var. Ben de Walker’ın haydutlarından biriydim, evet, bize verdikleri isim buydu. Şef vurulduktan sonra dağıldık ve bazılarımız buraya yerleşmeye karar verdi. Sıradan bir koloniydik biz de; karılarımız ve çocuklarımızla, İngiliz ve Amerikalılardan oluşan sıradan bir koloni. Orada kalan bazı yaşlılar olduğunu biliyorum ve birazdan size anlatacaklarımı onların da unutmadığına eminim. Oh, hayır. Böyle bir şeyi hayatta unutmuş olamazlar.
Ama oradaki topraklardan bahsediyordum, değil mi? İddiaya girerim, sadece bundan bahsetsem sizi oldukça şaşırtırdım. Böylesine verimli bir arazinin bir avuç Meksikalı ve melez için harcandığını düşünmek! Ben buna savurganlık derim işte. Bir adam boyu uzanan yeşil çimenler, millerce yol almanıza rağmen, mavi gökyüzünün bir karışını bile göremeyeceğiniz sıklıkta ağaçlar, şemsiye