Cezmi. Namık Kemal

Читать онлайн.
Название Cezmi
Автор произведения Namık Kemal
Жанр
Серия
Издательство
Год выпуска 0
isbn 978-625-6862-17-3



Скачать книгу

II. Selim’in şehzadeliği esnasında Üveys Paşa gibi, Kadıoğlu gibi, hizmetinde bulunanlar, efendileri tahta geçer geçmez âdeta birer ikinci hükümdar olmaya yeltenmişlerse de, Sokullu’nun çelik iradesi yeni padişahın da kendisini tutması ve ötekilere pek öyle yüz vermemesi sayesinde hevesleri kursaklarında kalmıştı. II. Selim gerçekten hak tanır, insan kıymeti bilir, ihtiyar sadrazamının tecrübesine ve iyi niyetine güvenir, Sokullu’nun esasen makul olan bütün tekliflerini kabul ederdi. Bu bakımdan Üveys Paşalar, Kadıoğlular gerçi Sokullu’ya bir şey yapamadılar; fakat onun amcası oğlu ve Budin Valisi Mustafa Paşa’yı idam için Mirahur Ferhat Ağa’yı cellatlıkta kullanmaya; yine Sokullu’nun yakın adamlarından nişancısı, münşeat sahibi meşhur Feridun Bey’i ve kethüdası Hüsrev Ağa -ki, biri yazı, öteki icraat bakımından ihtiyar sadrazamın iki tutar eli demekti- hizmetinden ayırmaya muvaffak oldular. Hatta dairesinde bulunan bazı imtiyazlı kimselerin zeametlerini,9 tımarlarını bile zapt ederek gerek paşayı, gerek yakınlarını her türlü kuvvet ve haysiyetten mahrum bırakmaya çalıştılar. Fakat Sokullu’nun Tanrı vergisi meziyetlerini yok etmek ellerinden gelmiyordu. Sarayın bütün bu alçakça entrikaları karşısında ihtiyar sadrazam yine vakarını muhafaza ediyor; birçok yıldırım darbesine uğradığı hâlde, hak yolunda, doğruluk yolunda yükselen minareler gibi hepsinin üstünde dimdik duruyor; herkese Tanrı yolunu göstermeye çalışıyordu.

      Cezmi’nin yetiştiği sıralarda imparatorluğun durumu işte bu merkezdeydi. Padişahın etrafını sarmış olan menfaat düşkünü birtakım kötü insanların bu çeşit davranışları yüzünden imparatorluğun iç bünyesinde ufak tefek çöküntü alametleri belirmeye başladığı hâlde, Sokullu’nun gayret ve dirayeti sayesinde devlet, dışarıya karşı eski azamet ve ihtişamını koruyabiliyordu.

      4

      O zamana göre İslam devletlerinin büyüklerinden sayılan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzey sınırlarında kurulmuş büyük bir ordu hükmünde bulunan Kırım Hanlığı da Devlet Giray devrindeki parlaklığını kaybetmeye başlamıştı. Çünkü Devlet Giray’dan sonra yerine gelen Semin (Semiz) Mehmet Giray, vücutça kanı kesilmiş, karnı su toplamış gibi, aşırı derecede şişko bir şeydi. Bundan başka âdeta bozulmuş, şişip kabarmış kötü bir kalbi vardı. Cengiz töresinin yenilenmesini İslam birliğinden, kendi istibdadını halifeliğin devamından üstün tutardı.

      Fakat kendisi han olduğu zaman “Kalgay” yani veliaht tayin ettiği kardeşi Âdil Giray, ağabeyinin fikrinde ve yolunda değildi.

      Âdil Giray, Cezmi’den birkaç ay önce, bir ilkbahar sabahı, güneşle beraber doğmuş ve doğar doğmaz da güya bu âlemin sonunun geleceğini ve insanoğlunun düşkünlüklerini biliyormuş gibi ağlamayı âdet edinmişti.

      Güya ki, Şeyh Galib’in (Hüsn ü Aşk – Güzellik ve Aşk) adlı eserini süsleyen ninnisinin:

      Uyu ey ay yüzlüm, bu az zamandır!

      Feleğin maksadı sana yamandır;

      Zira ki o çok sert ve bi-amandır;

      Lütfetmesi bile ateşle kandır..

      Sanırım sonunda harap olursun..”

      kıtasını sanki Âdil Giray’ın dadısının ağzından söylemiş ve:

      Ta doğduğum günden beri ağlarım

      mısrasını sanki Âdil Giray’ı göz önüne getirerek yazmıştır.

      Çocuk yavaş yavaş emeklemeye başladı. Bu, öyle bir emekleyişti ki, o zamanlar mahkûmlara takılan gülleler gibi, âlemin sıkıntılarından bir küre yapılmış da ayağına bağlanmış sanılırdı. İki adım attığı zaman -dünya dönerken nasıl üstün bir kuvvetin ezici pençesinde bitkin olduğunu gösterirse- o da hareketine kendi isteğinin üstünde bir kudretin mâni olageldiğini gösterirdi.

      Çocuk büyümeye başladı. Bahçelerde oynayışı bile başka çocuklara benzemezdi. Bazen eline bir yaprak alır, havaya atardı. Yaprak, rüzgârın tesiriyle titredikçe üzerine rastlayan nurun gösterdiği hafif hafif dalgalanışlara bakar, gökyüzünde de çocuklar birbirlerine yaprak atıyorlarmışçasına görünen yıldızlar, o yaprakların parlaklığıymış gibi birtakım hayallere kapılırdı.

      Bazen havada bir ateş böceği görür, aydan kopan bir parça yere düşmüş de ay gibi uçuyor sanırdı. Yaşı henüz araştırmalara ve bilgilerle uğraşmaya elverişli olmadığı hâlde, daha o yaşta, hayalinde kendine göre bir âlem yaratmış ve belki:

      Bir düşünceyle sana bin âlem icat eylerim

      mısrasındaki hayal gücünü gösterecek dereceye gelmişti. Çünkü doğuştan şairdi.

      Şair nedir? “Tabiatın en sevdalı zamanlarındaki hüzünlü gülümsemelerinden yaratılmış bir mahluk!” Gülümseyişlerinde güldeki şebnem gibi gözyaşları, ağlayışlarında bulutlardaki eleğimsağma gibi gülümseme alametleri görünür; tabiata bütün yaratıklardan daha fazla esirken, tabiatın üstüne çıkmak ister; kendi kendini bile idare edemezken, dünyayı zayıf kollarıyla sürükleye sürükleye başka bir feyiz noktasına, başka bir olgunluk merkezine götürmeye çalışır. Bunca didinmeler içinde gücü, kuvveti kesilince de, ya kafeste siyah perdeler içinde mahpus bülbüllerin nağmesi kadar hüzünlü veyahut dünyamızdan teneffüse yeter hava bulamayacak derecede yükselip sonra aşağıya doğru hiddetle süzülen sahillerin haykırışı kadar acı feryatlara başlar.

      İşte asıl şiir o feryatlar ve asıl şair de o karakterde, o yaradılıştaki insanlardır. Yoksa beş on kelimeyi aruz veya hece kalıplarına uydurmaya, yine birkaç kelimeyi birbirine kafiye yapmaya muktedir olanlar değil…

      Konudan ayrılmayalım! Âdil Giray, doğuştan büyük bir şair yaratıldığı gibi, kisbî kabiliyetinin sair cihetleri de o nispette olağanüstüydü.

      Artık öğrenim çağına gelmişti. Kendine okutulan kitapları, sanki dünyaya gelmeden önce okumuş bitirmiş gibi gördüğünü bir bakışta anlardı, öyle ki, henüz yirmi yaşlarında iken, zamanının bilginlerinden sayılıyordu.

      Âdil Giray’ın bir üstünlüğü de, endamındaki güzellikti; yüzünün pembe ile süslü sarıya çalan tatlı bir rengi vardı. Derin mavi gözleri ise o tatlı renk içinde, gökyüzünün gurup bulutları arasından güçlükle belirebilmiş iki parçasını andırıyordu.

      O bulutlar hep aynı renkte oldukları hâlde, ziyanın tesiriyle açıklaşarak, koyulaşarak nasıl birçok renkte görünürse, Âdil Giray’ın yüzü, saçları, kaşları ve bıyıkları da sarılık içinde türlü türlü sarılıklar peyda ederdi.

      Kırım hanlarının, hanoğullarının ve hatta halkının elbisesi de İstanbulluların o zamanki esvaplarına benzemezdi. Arkalarına giydikleri şeyler, oldukça dar ve binaenaleyh vücutlarıyla orantılıydı. Başlarında kavuk yerine güzel siyah bir kalpak bulunurdu. Âdil Giray’ın bu biçim elbisesi ise, yüzüne, gecenin mehtap halesine yakıştığı kadar yakışırdı.

      Âdil Giray, doğuştan şair olduğu kadar da asker yaradılışlıydı. Vicdanı temiz, kültürü kuvvetli, dindar ve hamiyetli bir insandı. Halifelik merkezi olan İstanbul’u dayanak noktası bilir; bağlı bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun devamını kendi hayatından daha üstün tutardı.

      Tarihlerden etraflıca anlaşılacağı üzere, o zamanlar Kırım’da kalgaylık; veliahtlık, sadrazamlık, başkomutanlık gibi birtakım yüksek hizmetleri ifade eden yüksek bir makamdı.

      Hanların tayin ve azilleri, Osmanlı padişahının yetkisi içindeydi. Azledilen veya ölen hanların yerlerine



<p>9</p>

Zeamet, ziamet: Osmanlılar zamanında sipahilere verilen en büyük tımar.