Название | Kahvenin hikayesi |
---|---|
Автор произведения | Stewart Lee Allen |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-8068-16-0 |
HER GECE ŞEHİR DUVARLARININ DIŞINDA TOPLANAN SIRTLAN SÜRÜLERİNE, yemeleri için Harar’ın çöplerini vermekle görevli sırtlan adamları ararken Abera Teshone’yle tanıştım. Bu sistem, hayvanların şehre girmesini ve insanlara saldırmasını önlemek amacıyla uygulamaya koyulmuştu. Korkunç hayvanların yırtık pırtık kıyafetli adamlardan çöp almalarını gözlemlemenin Disney imparatorluğunu devirmesi pek olası değil, ama sistem bugün pek çok turistin ilgisini çekiyor.
Sol bacağı sağ bacağından daha ince olan genç Abera, bu etkinlikte bana rehberlik etmişti ve daha sonra da bira içmeye gittik. Harar’a neden geldiğimi merak ediyordu.
“Buraya pek turist gelmez,” diye açıkladı.
“Evet, fark ettim. Ben kahve hakkında bilgi edinmek için buraya geldim.” Birden aklıma bir şey gelmişti. “Baksana, ziraat öğrencisi olduğunu söylemiştin, değil mi? Kahvenin doğuşuyla ilgili ne biliyorsun?”
“Kaldi ve dans eden keçilerin hikâyesini biliyor musun?”
“Tabii ki,” dedim. Kahveyle ilgili bayatlamış mitolojik efsanelerden biridir. Şöyle anlatılır:
Kaldi isimli Etiyopyalı bir keçi çobanı, bir gün en iyi keçisinin dans ettiğini ve deli gibi melediğini fark eder. Bu, yaşlı erkek keçinin belirli bir bitkinin meyvelerini yemesinden sonra olur. Keçi çobanı da meyvelerden birkaçını ağzına atar ve çok geçmeden kendisi de dans etmeye başlar.
Oralarda dolaşan bir rahip bunu görünce çobana neden bir keçiyle dans ettiğini sorar. Keçi çobanı da durumu izah eder. Sonra rahip meyvelerden birkaçını evine götürür ve onları yedikten sonra uyuyamadığını fark eder. Tesadüfe bakın ki, bu rahip bütün gece süren, oldukça sıkıcı vaazlarıyla ünlüdür ve öğrencilerini uyanık tutmakta zorlanmaktadır. Meyvelerin uykusunu açtığını görünce, “dervişler” denen öğrencilerine vaazdan önce çekirdekleri çiğnemelerini söyler. Dervişlerin bir daha vaaz sırasında uykusu gelmez ve hayret uyandıran irfanıyla insanları sabaha kadar uyanık tutan bu büyük din adamıyla ilgili bu rivayet tüm dünyaya yayılır.
Bir şehir çocuğu olarak, Abera’ya keçilerin meyve yemesinin bana garip geldiğini söyledim. Normalde yapraklı şeyleri yemiyorlar mıydı?
“Hmm, evet, belki de öyleydi,” dedi. “Köylüler hâlâ bu şekilde yapıyor.”
“Kahveyi yapraklardan mı yapıyorlar?”
“Evet. Ona da kati diyorlar.”
“Gerçekten mi? Denemek isterim. Belki de bir kafede…”
“Yok, öyle değil,” diyerek güldü. “Kati sadece evde içilir. Bugünlerde Harar’da bunu içen neredeyse kimse yoktur. Ogadenlileri ziyaret etmelisin. Onlar hâlâ içiyorlar.”
“Nerede yaşıyorlar peki?”
“Ogadenliler mi? Şu an Jiga’da yaşıyorlar.” Söylerken bir hastalıktan bahsediyormuş gibi yüzünü buruşturmuştu. “Fakat oraya gitmemelisin. Çok tehlikeli. Ah o Somalililer, ah o Ogadenliler yok mu… Çok küstah ve kabalar!”
“Neden? Sorun ne?”
“Kaba insanlar!” Ogadenlilerin görgü kurallarından yoksun oluşu Abera’yı çileden çıkarıyordu. “Neden mi, çünkü daha kısa bir süre önce oraya giden bir otobüse kötü bir şey yaptılar. Otobüsteki herkese.”
“Kötü mü? Ne kadar kötü?”
“Ne kadar mı kötü? Hepsini öldürdüler!”
“Bu oldukça kötü,” diyerek ona katıldım.
Abera’nın anlattığına göre, Ogadenli eşkıyalar Jiga’ya giden bir otobüsteki herkesi otobüsten indirmiş ve her birinin Kuran’dan bir ayet okumasını istemişti. Okuyamayanlar kafalarından vurulmuştu. Çölde yaşayan göçebe Ogaden kabilesinden binlerce kişi, Somali hükümetinin çökmesi sonucu kısa süre önce mülteci yerleşim yerlerine gitmeye zorlandı. En büyük mülteci kampı, Etiyopya – Somali sınırındaki Jiga’nın yakınındaydı, bu nedenle de tüm bölgede gerilla faaliyetleri oldukça fazlaydı. Ölü Amerikalı askerlerin sokaklarda sürüklendiği Mogadişu’daki son karışıklıklar, Ogadenlileri özellikle Amerikalılara karşı düşman etmişti. Durum o kadar içinden çıkılmaz bir hal almıştı ki yardım kuruluşları vurulacakları korkusuyla artık Jiga’ya beyazları göndermiyordu.
“Yabancıların oraya gitmesi çok tehlikeli,” dedi. “Peki, sen neden gitmek istiyorsun?”
“Sadece bir fincan kahve içmek istiyorum,” dedim. “Hiç Jiga’ya gittin mi?”
“Berbat bir yer.” Abera Jiga’yı küçümsüyordu. “Gitmeni asla tavsiye etmem,” dedi.
HARAR’DAN JİGA’YA, SÖZDE “HARİKALAR VADİSİ” ÜZERİNDEN GEÇTİĞİMİZ iki saatlik keyifli bir yolculukla vardık. Yine de vadiyi harika yapan şeyin ne olduğunu anlayamadığımı söylemem gerek. Abera, eşkıyalardan korktukları için şoförlerin öğlen ikiden sonra Jiga’dan dönmek istemedikleri konusunda beni uyarmıştı; ben de bu yüzden sabah beşte yola çıkmıştım. Gece Jiga’da konaklamayı düşünmüyorsam (ki düşündüğüm takdirde gece vakti silah zoruyla soyulma ihtimalim çok yüksekti), yolculuğuma erken başlayıp öğleden önce Harar’a dönmemi önermişti. Birinin beni misafir etmesinin aptalca olacağını düşündüğü ortadaydı. Acaba biraz paranoyak mıydı? Muhtemelen. Her hâlükârda, bu saatte yolculuk yapmak güne başlamanın harika bir yoluydu. Ancak, biz çöle varana kadar hava o kadar ısınmıştı ki, yolcuların bazıları gömleklerinin altındaki tabancaları çıkarmak zorunda kaldı.
“İnsanın başı bir kez vuruldu mu, gülün başı gibi yeniden çıkmaz.” Sir Richard Burton 1854’te bir İngiliz subayına buraya gelip gelemeyeceğini sorduğunda, subay bu karşılığı vermişti. Cümle zihnimde yankılanıp duruyordu. Burton’ın arayışıyla benimki arasındaki paralellikler artık ürkütücü olmaya başlamıştı. İkimiz de Orta Afrika’daki o gizemli “su kaynakları”nı arıyorduk. Benim gizemli su arayışım birkaç kahve çekirdeğini de içeriyordu, fakat bunun dışında ikimiz de aynı şeyi arıyorduk. Burton, Nil’in nerede başladığını öğrenmek istemişti; ben de nehrin bazı kollarının nerede bittiğini öğrenmek istiyordum. Burton, bir yanağından girip diğerinden çıkan bir Somali mızrağıyla yaralanmıştı; işte tam bu noktada paralelliklerin sona ermesini umuyordum.
Jiga, düzleştirilmiş Shell markalı yağ bidonlarıyla inşa edilmiş kulübelerle dolu, tozlu bir yerdi. Gördüğüm ilk kapıdan içeri girdim ve çatlak fincanların olduğu bir tepsi gördüm.
Hem Amharca hem Arapça olarak “Kati?” diye sordum. “Katiniz var mı?”
Kadın eski püskü hasırdan fötr şapkamı işaret ederek kıkır kıkır gülmeye başladı. Başka bir kafeye gittim. Gittiğim sonraki yerlerde olduğu gibi kafe sahibi beni kovdu. Sokağa ne zaman adımımı atsam, kaygı verici bir kayıtsızlıkla beni süzen bir seksenlik başka bir kemik torbası görüyordum. Erkekler tüfek taşıyor, kadınlar rengârenk başörtüleri takıyorlardı. Galiba bunlar Ogadenlilerdi.
Boyun kısmında