Название | Alice Harikalar Diyarında |
---|---|
Автор произведения | Льюис Кэрролл |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-625-6485-64-8 |
O an kalkıp papatyalardan bir taç yapmak istedi ama havanın sıcaklığı onu hem aptallaştırmış hem de öyle uykusunu getirmişti ki kendinde o gücü bulamadı. Şimdi bu sıcakta kim yerinden kalkıp da papatya toplayacaktı. İşte tam o sırada pembe gözlü beyaz bir Tavşan koşarak Alice’in yanına geldi.
Yanına gelen Tavşan’ın “Hay Allah! Çok geç kalacağım!” diye kendi kendine konuşması başlangıçta Alice’e garip gelmemişti. Oysa daha sonra bunu düşündüğünde aslında Tavşan’ın konuşmasının ne kadar tuhaf olduğunu fark edecekti ama nedense o an, bu, ona çok doğal gelmişti. Tavşan, yeleğinin cebinden çıkardığı bir saate bakıp aceleyle uzaklaştı. Alice daha önce ne cepli bir yeleği olan ne de o cepten bir saat çıkarıp merakla bakan bir Tavşan görmediğini fark etti. Bir anda ayağa fırlayıp Tavşan’ın arkasından koşarak gitti ve son anda onun, bir çitin altından geçerek geniş bir deliğe doğru süzüldüğünü gördü.
Geriye nasıl dönerim diye düşünmeden Tavşan’ın arkasından Alice de deliğe girdi.
Tavşan’ın girdiği delik, geniş bir tünel şeklinde yerin altına doğru iniyordu. Alice tünelden aşağıya doğru düşerken kendini durduramadı ve bir anda kendini yerin dibinde buldu.
Delikten, yerin dibine kadar yuvarlanması çok zaman aldığına göre kuyu ya çok derindi ya da o çok yavaş düşmüştü. Öyle ya aslında düşerken ne yaptığını düşünecek bolca vakti olmuştu Alice’in.
İlk olarak, aşağıya baktı ve nereye geldiğini anlamaya çalıştı ama etraf öyle karanlıktı ki hiçbir şey görünmüyordu. Tünelde düşerken çevresine baktığında etrafının dolaplarla ve kitap raflarıyla dolu olduğunu fark etti. Duvarlarda haritaların ve resimlerin asılı olduğunu gördü. Rafların birinden bir kavanoz aldı. Kavanozun üzerinde PORTAKAL MARMELADI yazan bir etiket vardı ama ne yazık ki kavanoz boştu. Yine de Alice onun yanlışlıkla düşüp birini yaralayabileceğini düşünerek elinden bırakmak istemedi ve raflardan birine koymaya çalıştı.
Kendi kendine Neyse madem düşüyorum, yapacak bir şey yok! En azından bunu şimdi düşünmemeye çalışayım! Evdekiler benim için ne kadar da cesur bir kız diyecekler! Bu düşüşün yanında merdivenlerden düşmek çok hafif kalır hatta bir evin çatısından bile düşsem artık buna hiç aldırmayacağım! dedi. Haklı da sayılırdı.
Düş ha düş! Bu düşüşün bir sonu olmayacak mı? Yüksek sesle “Şu ana kadar kaç kilometre düştüğümü merak ediyorum doğrusu. Dünyanın merkezinin yakınında bir yerlere gidiyor olmalıyım. Şöyle bir bakayım: Sanırım şimdiye kadar altı bin kilometre olmuştur (Alice okuldayken yeryüzü hakkında birçok şey öğrenmişti ama şu anda çevresinde onu kale alacak kimse olmadığından bunu anlatıp bilgisini satacağı kimse de yoktu.). Evet yaklaşık aynı mesafe… Ama yine de merak ediyorum işte, şimdi hangi enlemde ve boylamdayım acaba?” diye düşündü (Alice’in hangi enlemde ya da hangi boylamda olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu ama yine de bu kelimeleri telaffuz ediyor olmak bile çok hoşuna gitmişti.).
Yine düşünmeye başladı: “Acaba dünyanın içinden geçip öbür tarafından mı çıkacacağım? İnsanları baş aşağı görmek ne de komik olurdu! Antipati mi deniyordu buna?” Aslında şu anda onu dinleyen kimse olmadığı için hâlinden memnundu çünkü “antipati” diyerek sanki doğru kelimeyi telaffuz etmemişti.
“Ama onlara hangi ülkede olduğumu sormak zorunda kalırım. ‘Hey, bayan burası Yeni Zelanda mı yoksa Avustralya mı?’ (Konuşurken reverans da yapabilirdi pekâlâ, tıpkı kibar bir kız çocuğu gibi… Aşağı doğru düşerken reverans yapmak eğlenceli olabilirdi! Bunu başarabilir miydi ki?) Bu soruyu sorduğum için kadın muhtemelen ‘Ne cahil bir kız!’ der bana! Yok en iyisi hiç sormamak. Hem belki bir yerlerde neresi olduğu yazıyordur zaten.”
Düş ha düş! Yapacak hiçbir şey yoktu; bu yüzden Alice yine kendi kendine konuşmaya başladı: “Bu akşam Dinah beni çok özleyecek (Dinah kedisinin adıydı.). Umarım çay saatinde onun da sütünü vermeyi unutmazlar. Keşke sen de benimle birlikte burada olsan! Tamam havada hiç fare yok belki ama sen de yarasa falan yakalarsın ne olacak ki zaten onlar da fareye benziyorlar. İyi de kediler yarasa yer mi ki? Bak şimdi merak ettim.” Kendi kendine konuşurken Alice’in uykusu gelmeye başladı. Sanki rüyasında konuşuyormuş gibi mahmur mahmur konuşmaya devam etti: “Kediler yarasa yer mi ki? Kediler yarasa yer mi? Peki ara sıra da olsa yerler mi?” Bu soruya cevap veremiyordu. Uykuya daldığını hissetmeye başladı. Rüyasında Dinah ile birlikte elden ele dolaştığını ve ona ciddi ciddi, “Dinah bana doğruyu söyle, şimdiye kadar hiç yarasa yedin mi?” diye sorduğunu gördü. Bir anda kulağına küt küt diye sesler gelmeye başladı. Gözlerini açtığında her yer, ağaç dalları ve kuru yapraklarla doluydu. Demek ki sonunda düşmesi bitmişti.
Hiçbir yerine bir şey olmamıştı hatta ayaklarının üzerine düşmüştü. Kafasını kaldırıp yukarı doğru baktı ama her yer karanlıktı. Uzun bir yoldan gelmişti ve hâlâ Beyaz Tavşan’ı görebiliyordu. Acele etti. Kaybedecek zamanı yoktu. Tıpkı bir rüzgâr gibi hızla köşeyi dönünce kulağına bir ses geldi: “Vay kulaklarım ve bıyıklarım, ne kadar da geç olmuş!” Biraz yürüyünce sesin geldiği yere daha da yaklaştığını fark etti ama Tavşan ortada yoktu. Kendini, tavandaki lambalar tarafından aydınlatılan uzun ve alçak tavanlı bir koridorda buldu.
Koridorda birçok kapı vardı ama hepsi de kilitliydi. Koridorun sonuna kadar her iki taraftaki kapıları da sırayla denedi. Hiçbiri açılmayınca üzgün üzgün Acaba tekrar nasıl dışarı çıkarım buradan, diye düşünerek yürümeye başladı.
Birdenbire karşısına camdan yapılmış üç ayaklı, küçük bir masa çıktı. Masanın üzerinde küçük altın bir anahtardan başka hiçbir şey yoktu. Alice’in aklına ilk gelen şey bu anahtarın koridordaki kapılardan birini açabileceğiydi. Hemen denemeye koyuldu. Olamaz! Ya kapının kilitleri çok büyüktü ya da anahtar çok küçüktü. Anahtar hiçbir kapıyı açamadı. Umutsuzca bakınırken gözüne bir perde ilişti. Hemen koşarak perdeye doğru gitti ve o da ne! Perdenin arkasında yaklaşık kırk santimetre boyunda küçücük bir kapı gördü. Elindeki küçük anahtarı kapının kilidine sokup onu açtığında sevinçten çılgına döndü.
Alice kapının en fazla bir farenin geçebileceği uzunluktaki küçük bir geçide açıldığını gördü. Eğilip şöyle bir baktı ve hayatında gördüğü en güzel bahçeyle karşılaştı. Bunca güzel çiçeğin olduğu ve fıskiyelerden serin suların aktığı bu muhteşem bahçeye, başını bile geçiremediği bu kapıdan çıkıp da nasıl ulaşacaktı? Zavallı Alice, Başım geçse bile omuzlarımı nasıl geçireceğim ki! Bir teleskop gibi kapanabilmeyi nasıl da isterdim. Keşke nereden başlayacağımı bilsem! diye geçirdi aklından fakat Alice, şu ana kadar başına gelen şeylere bakınca aslında çok az şeyin imkânsız olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Bu küçük kapının arkasında beklemesinin hiçbir anlamı yoktu. Belki bir anahtar bulabilirim ya da mesela insanların teleskop gibi nasıl katlanabileceklerini anlatan bir kitap, diye geçirdi aklından. Bir umutla masanın yanından döndü. Döndüğünde daha önce masanın üzerinde olmayan küçük bir şişe buldu. Şişenin üzerinde büyük harflerle ve özenli bir şekilde BENİ İÇ yazılmış bir etiket vardı.
Şişede BENİ İÇ yazması çok güzel bir şeydi elbette ama akıllı küçük Alice hemen içmedi şişenin içindeki şeyi. Daha önce, çocukların yakılıp vahşi canavarlar tarafından yenildiğini anlatan birçok hikâye okuduğundan Yok, en iyisi önce zehirli mi değil mi diye emin olayım, diye düşündü. Bu tür şeyleri arkadaşlarıyla hep konuşurlardı: “Eğer eline sıcak bir maşa alırsan elini yakar… Eğer parmağını bıçakla çok derinden kesersen çok kan akar…” gibi basit kuralları hatırlamamaları sonucu başlarına türlü felaketler gelirdi çocukların. Şimdi o da üzerinde “zehir” yazılı bir şişeden içerse ne olacağını az çok kestirebilirdi.
Gerçi bu şişenin üzerinde “zehir” diye bir şey yazmıyordu. Tatmaktan ne çıkar ki! diye düşünüp bir yudum aldı. Vay, tadı amma da güzeldi!