Название | Güliver`in Gezileri |
---|---|
Автор произведения | Джонатан Свифт |
Жанр | |
Серия | |
Издательство | |
Год выпуска | 0 |
isbn | 978-605-121-483-2 |
Cambridge . . . . . . . . . . . . . . . . . . Kembiriç
James Bates . . . . . . . . . .. . . . . . . Ceymis
Beyts Blefuscu . . . . . . . . . . . . . . . Bilefusku
Glumdalchlitch . . . . . .. . . . . . . . . Glumdalliht
LİLİPUT’A GİDİŞ
(Cüceler Ülkesinde)
GÜLİVER, GEMİSİ BATTIKTAN SONRA ESİR DÜŞER
Babamın Nottinghamshire’da biraz toprağı vardı. On dört yaşına geldiğim zaman, beni Cambridge’te bir liseye gönderdi. Mektebin masrafı çok azdı ama beş çocuklu fakir bir ailenin üçüncü oğlu olduğumdan, ancak üç yıl okuyabildim. Ondan sonra da dört yıl James Bates adında tecrübeli bir cerrahın yanında çıraklık ettim. Babamın arada sırada gönderdiği harçlığı seyahat edebilmek için gerekli bilgileri öğrenmeye harcıyordum. İçimden bir ses bana, dünyayı dolaşmak sayesinde çok para kazanacağımı tekrarlayıp duruyordu. Mr. Bates’in yanından ayrılınca eve dönüp amcalarımın ve başka akrabalarımın yardımıyla biraz borç para topladım. Leyden’e giderek orada cerrahlık tahsil edecektim. Uzun yolculuklarda cerrahlığın iyi para getirdiğini bildiğimden, üç yıl geceli gündüzlü çalıştım.
Leyden’de tahsilimi bitirdikten kısa bir zaman sonra iyi kalpli ustam Bates’in yardımıyla Swallow isimli geminin cerrahı oldum. Üç yıl süren yolculuğum sonunda Londra’da yerleşmeye karar verdim. Ustam Mr. Bates, gene bana elinden gelen yardımı yapmış, bir sürü müşteri bulmuştu işimi yoluna koyar koymaz hemen küçük bir ev satın aldım ve evlendim. Ne yazık ki mesut günler uzun sürmedi. Sevgili ustamın ölümüyle her şey değişti. Şehirde pek az dostum bulunduğundan, kolay kolay müşteri temin edemiyordum. Bunun üzerine karımın ve öbür yakınlarımın fikrine uyarak tekrar bir gemiye girdim. Altı yıl çeşitli gemilerde, çeşitli memleketlere gittim. Yolculuk esnasında para biriktirdiğim gibi, boş saatlerimi de kitap okuyarak geçiriyordum. Eski, yeni bütün yazarların eserlerini okumaya fırsat bulmuştum. Karaya çıktığım zaman halkın yaşayışıyla ilgileniyordum. Hafızam çok kuvvetli olduğu için kendi kendime birkaç dil de öğrenmiştim.
Bu yolculukların sonuncusundan istediğim neticeyi alamayınca denizden bıktım, evimde dinlenmeye çekildim. Tam üç yıl, işlerin bir gün düzeleceğini düşünerek bekledim ama ev de canımı sıkmaya başlamıştı. En sonunda güney denizlerine giden bir geminin sahibiyle anlaşıp tekrar memleketimden uzaklaştım. Mayıs 1699 tarihinde Bristol limanından kalktık. İlk günlerimiz çok iyi şartlar altında geçti.
Yolculuğu, günü gününe, saati saatine anlatmak okuyucuların canlarını sıkmaktan başka bir işe yaramaz. Yalnız şu kadarını söyleyeyim; Hindistan yakınındaki adalara gelirken, şiddetli bir fırtına, bizi Van Diemen topraklarının kuzeybatısına sürükledi. Gemi erlerinden on iki kişi fazla iş ve kötü yemek yüzünden ölmüştü. Geri kalanların da durumu tehlikeliydi. O bölgelerde yaz mevsiminin başlangıcı sayılan kasım ayının beşinci günü, tayfalar geminin bir halat boyu ötesinde büyük bir kaya gördüklerini haber verdiler. Rüzgâr o kadar kuvvetli esiyordu ki, yolu değiştirmeye vakit kalmadan, olanca hızımızla kayaya bindirdik.
Tayfalardan beşiyle birlikte geminin sandalını denize indirip kaza yerinden uzaklaşmaya çalıştık. Fakat daha gemideyken epeyce yorulduğumuzdan, çok geçmeden hiç kimsede kürek çekecek takat kalmamıştı. Artık sandalı tamamen dalgalara bırakmıştık. Dağ gibi bir dalga, bir saniye içinde sandalı ters çevirdi. Gerek kayanın üstünde kalan gerekse benimle gelen tayfaların, ne olduklarını bilmediğim için kayboldular demeye mecburum.
Bana gelince, kaderimin beni sürüklediği tarafa doğru yüzdüm. Rüzgârla dalgalar da beni ileri itiyorlardı. Birkaç defa ayaklarımı yere basmak istedim fakat bir türlü denizin dibini bulamadım. Tam, daha fazla yüzemeyeceğimi anladığım sırada ayaklarım yere değdi. Fırtına da eski hızını kaybetmişti. Sahile kadar olan bir mile yakın mesafeyi de ağır ağır yürüdüm. Sudan çıktığım zaman saat herhâlde akşamın sekizini bulmuştu. Sahilden içeri doğru bir hayli yol yürüdümse de ne bir ev görmüş ne de bir hayat izine rastlamıştım. Belki de yorgunluktan hiçbir şey fark edemiyordum. Bir yandan havanın sıcaklığı bir yandan da gemideyken içtiğim konyak beni büsbütün halsizleştirmiş, uykumu getirmişti. Hemen kısa ve yumuşak çimenlerin üzerine uzandım. Hayatımda bu kadar uzun zaman uyuduğumu hatırlamıyorum.
Gözlerimi açtığım zaman gün yeni ağarıyordu. Kalkmak istedim fakat bir türlü yerimden kıpırdayamıyordum. Sırtüstü yattığımdan, kollarımla bacaklarımın iki yandan yere sımsıkı bağlı olduğunu görebildim. Uzun, gür saçlarım da aynı şekilde bağlanmıştı. Hatta vücudum bile koltuk altlarımdan kalçalarıma doğru ince bağlarla doluydu. Sadece yukarı bakabiliyordum. Yavaş yavaş kızmaya başlayan güneş, gözlerimi kamaştırıyordu. Bir ara kulağıma garip sesler geldi ama yattığım yerde güneşten başka bir şey görmeme imkân yoktu.
Biraz sonra canlı bir cismin sol bacağımdan göğsüme, oradan da çeneme doğru ilerlediğini hissettim. Gözlerimi iyice aşağıya kaydırarak ziyaretçimin kim olduğunu anlamaya çalıştım. Gelen, boyu on beş santime yakın, minicik bir insandı. Elinde bir okla yay, sırtında da içi dolu bir ok mahfazası vardı. Birincinin arkasından aynı boyda, aynı kılıkta kırka yakın cüce çeneme yaklaşıyordu. Şaşkınlıktan öyle bir çığlık atmışım ki, hepsi korkudan kaçıverdi. O telaşla ayağı kayıp düşenler arasında bazıları, sonradan öğrendiğime göre, vücutlarının muhtelif yerlerinden ağır yaralar almışlar. Her neyse, çok geçmeden gene yüzümde dolaşmaya başladılar; içlerinden bir tanesi yüzümü iyice gördükten sonra kollarını yukarı kaldırarak çatlak fakat iyi duyulan bir sesle: “Hekinah Degul!” diye bağırdı. Ötekiler de hep bir ağızdan aynı kelimeyi birkaç defa tekrarladılar. O zaman bu sözlerin manasını anlayamamıştım.
Okuyucularımın da tahmin edecekleri gibi, bütün bunlar olup biterken ben acı içinde kıvranıyordum. Nihayet bağları gevşetmeye çalışırken sol kolumu yere bağlayan ipleri koparmaya muvaffak oldum. Sol kolum serbest kalmış, saçlarımın bağlarını da biraz gevşetebilmiştim. Artık başımı hafifçe yana çevirebiliyordum. Fakat küçük mahluklar ikinci defa kaçtılar. Ortalığı çatlak ve keskin bir çığlık kaplamıştı.
Çığlığı bittikten sonra bir tanesinin yüksek sesle: “Tolgo Fonak!” diye bağırdığını işittim ve bir saniye içinde sol elime yüzden fazla küçük ok saplandı. Sanki elime yüzlerce iğne batmış gibi acıyordu. Okların bir kısmını da doğrudan doğruya havaya atmışlar, bunlardan bir kısmı yüzüme, bir kısmı da vücudumun diğer kısımlarına düşmüştü. Hemen sol elimi yüzüme kapadım ve ok yağmuru bitinceye kadar vaziyetimi bozmadım. Hücum sona erdiğinde, acıdan ve sıkıntıdan bitkin bir hâldeydim. Bağlarımı gevşetmeye çabaladığımı görünce, tekrar ok yağmuruna başladılar, bu seferki birinciden daha şiddetliydi. Bazıları da ellerinde kargılarla yanıma yaklaştılar. Bereket, sırtımdaki manda derisi yelek pek öyle kolay parçalanacak cinsten değildi.
En iyisi hiç kıpırdamadan yatıp geceyi beklemekti. Nasıl olsa sol elim serbestti, ortalıktan el ayak çekilince bağlarımı çözebilirdim. Buranın ahalisine gelince, eğer hepsi gördüklerimin boyundaysalar bana karşı büyük ordular çıkarmaları icap ederdi. Fakat kaderim böyle değilmiş.
Benim hareket etmediğimi görünce ok atmaktan vazgeçmişlerdi ama her saniye gürültünün biraz daha artmasından, sayılarının çoğaldığını anlamıştım. Yattığım yerin biraz ötesinde, tam sağ kulağımın hizasından acayip sesler gelmeye başladı. Sanki hiç durmadan bir yere çivi çakılıyordu. Başımı o tarafa çevirmeye çalıştım. Yerden biraz yüksek, dört kişiyi içine alabilecek genişlikte bir iskele kurulmuş ve bu iskeleye çıkmak için de üç merdiven hazırlanmıştı. İskelede duran dört kişiden önemli bir adam olduğunu sezdiğim bir tanesi, bana dönerek bir şeyler söyledi. Tabi söylediklerinin tek kelimesini anlamamıştım. Fakat bu önemli adamın sözlerine başlamadan önce üç defa: “Langro Dehul Sam!” diye bağırdığını söylemeliyim.
Bu bağırış üzerine halk arasından elli kişi, yanıma koşup başımın sol yanındaki ipleri kesti. Böylece sağa dönüp konuşan adamın hareketlerini takip etmem sağlanmıştı. Bu adam orta yaşlı ve yanımdaki diğer üç kişiden daha uzun boylu görünüyordu. Üç kişiden bir tanesi elbisesinin eteğini tutuyor, öbür ikisiyse iskelenin iki yanında nöbet bekliyorlardı. Nöbetçilerin