Düşünüyorum: Dünyada hiçbir sır ebediyete kadar gizli kalmaz, mutlaka bir patlak verir. Bunun vakit ve saatini beklemeli. Gerçek iyice meydana çıkarsa ne yapacağımı da bilmiyorum. Silaha davranmak neye yarar? Kadını öldürsem çocuk yine aileye kalacak. O masuma kıymak da büsbütün cinayet olur. Beni çileden çıkaran bir hâl daha var. Karım benden olan iki oğluna karşı âdeta bir üvey ana kayıtsızlığındadır. Fakat Nüzhet’in üzerine bütün şefkatiyle titrer. Gösterdiği bu üstün tutma hepimizi kıskandırır. Ailemize karışarak ana yüreğinden öz çocuklar için olan sevgi payını zorla alan bu yabancının bizden büsbütün ayrı bir yaratık olduğuna bu da bir delil değil mi? Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.